19 Ekim 2008 Pazar

Mor ve Bendeki Ötesi...


Acı ve kederin rengi mor ,
bazen ölümün rengi,
bazen bunalımın rengi ,
ortaçağ'da asaletin rengi,
roma imparatorluğunda sadece imparatorun kullanabileceği renk,
depresyonun rengi,
büyünün rengi,
kilisenin rengi
üç ara renkten birisi,
soğuk renk,
gecenin rengi,
muğlak bir renk,
depresif bir renk,
melankolik bir renk...


Mor için söylenenlerden, yazılıp çizilenlerden sadece bazıları bunlar. Morun benim hayatımda çok farklı bir yeri var oysa. Hele son zamanlarda nedenini bilmediğim bir mor sevgisi var içimde. Nerede bir mor görsem hemen "işte renk bu" der olmaya başladım. Mor elbiseler, mor takılar nerde mor. orda ben. İnsan dönem dönem ruh haline göre bazı renge takılıp kalıyor ya hani morda öyle bir şeydi sanırım benim için. hayat bazen rengini ruh haline göre ayarlayamayabiliyor, o zaman sende kendinden renkler katıp hayatındakilerle karıştırıp yeni bir renk elde ediyorsun, aydınlık masmavi bir güne inat isyanların varsa kırmızılardan bir mor alıyorsun kendine ve devam ediyorsun yoluna; mor evet mor ki iki zıtlığı içinde barındıran mucize renk, diyorlar ki paranoyak rengidir, yok işte öle değil, mor daha başka bişey, apayrı bir şey…

Benim için vazgeçilmez sanarken moru bir sabah birden, aniden mor renk çıktı karşıma ve o anda içimde mor diye bir şey kalmadığını hissettim. Mor birden benim için artık hiçbirşey ifade etmemeye başlamıştı o anda. Birden hayatıma giren mor aniden çıkıyormuydu yoksa hayatımdan. Ama yoktu öyle yama, aniden gidemezdi terk edemezdi beni, çok üzüldüm o sabah içimdeki mor sevgisi bitti diye. Ama bugün anladım ki bitmemiş. Ben mordan vazgeçsem de mor benden vazgeçmeyecek anladım.

Diyeceğim o ki, depresyon rengi olarak bilinse bile morla barışık olun bırakın sarsın sizi, ama ele geçirmesine izin vermeyin ruhunuzu, hiçbir rengin olmadığı yerde ne kadar durabilir ki insan…

4 Ekim 2008 Cumartesi

SENİ SEVİYORDUM



İclal Aydın' ın birçok şiiri var dinlenmeye değer ama "Seni Seviyordum" adlı şiirinin bende ayrı bir yeri vardır. ne zaman dinlesem bu şiiri alır götürür beni uzak kentlere... okuduğunuzda sizde mutlaka şiirin içinde kendinize ait birşeyler bulacaksınız....



Sana uzak kentlerden birinde
Zamanın bir yerinde
Seni ve senli günleri anımsattı akşam güneşi
Onca zamanın üstünde eskimeyen bir düşüncesin şimdi
İNSAN HERGÜN ANIMSAR MI AYNI GÖZLERİ

Seni seviyordum ve senin haberin yoktu
Saçlarını izliyordum uzaktan
Kulağının arkasına düşüşü ve burnun
Herkesten başkaydı işte
Güldüğün zaman yukarıya bakardın
Yukarı kalkan başın ve gülen gözlerin vardı
Ne güzeldiler
Sen bilmiyordun ben seni seviyordum
Kalbime sığmıyordu aklımdan geçenler
Duvarlara, vitrin camlarına, kaldırımlara çarpıyordu
Geri dönüyordu çoğalarak
Senin sesini duyduğum masalarda erteliyordum herşeyi
Herşeyi erteleyişim oluyordun
KALP AĞRISI OLUYORDUN
Birlikte soluduğumuz sokak isimleri oluyordun
Mevsimler değişiyor ve büyüyorduk
Dönemeçler geçiyor, köprüler göze alıyor
Ve bazen, tekin olmayan suların üzerinden atlıyorduk
Cesurduk
Ufuk çizgisi maviydi, günbatımı hep turuncu
Ve kırmızıydı bütün karanfiller

Ben seni seviyordum sen bilmiyordun
Sevinçlerim oluyordun ara sıra
Sen hiç bilmiyordun

Sonra herhangi biri oldun
Bütün sevinçlerim bittikten sonra
Yağmurlar yağdı serin haziran akşamları
Derken birgün uzaktan gördüm seni
Saçların bana inat başın herşeye meydan okuyarak
İşte yine aynı
KALBİMİ ACITTIN HER ZAMANKİ GİBİ
Değiştik sanıyordum. ve sen yine bilmiyordun

Şimdi bunları anlatsa sana birileri
Kimbilir
Yada boşver
BİLME EN İYİSİ


28 Eylül 2008 Pazar

RAMAZAN BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN

Dağlar, lacivert örtülere sarılmıştır Ardından gümüş! bir aydınlık alır yürür Ve, gümüş aydınlığına tutunarak, yağmur tanelerine karışarak melekler iner şehirlere Melekler, önce çocukları uyandırır Annelerin yüzü ışır, babalar mızrak gibi kalkarlar yerlerinden Bayram, kapıları dövmektedir

Hoş geldin Ramazan Bayramı! Oruç armağanımız, namaz armağanımız Yıkanmış, arınmış, kokulanıp yumuşatılmış günlerimizin armağanı hoşgeldin! Sabırla geçilmiş oruç günlerinin ardından sevaplar denizinden bir müjde, diriltici bir aşk gibi, bir sevda elçisi gibi

Önce orucun aydınlattığı yüreklere, çocuk yüzlerine sonra mabedlere, onların avlusundan taşan sesler ve kokularla şehre, bütün ülkeye ve Müslümanlar coğrafyasına Hoşgeldin!

İçimize, oruçların biriktire biriktire getirdiği aydınlığı, birden coşkun ırmaklara dönüştürüverir bayram Allah, gönlümüzü genişletir, içimizde ülkeler yaratır Ve sevincimiz taştıkça dışarı, dudaklarımızda tebessüm, gözlerimizde ışıltılar çoğaldıkça, genişledikçe yüreğimizin coğrafyaları evlerimiz şenlenir, coşkumuz sokaklara, şehirlere taşınır Şehir, üzerinde melekler geziniyor gibi huzur bulur ve şaşırıp kalır Allah, mümin yürekleri birbirine ekleye ekleye evrensel bir sevgi zinciri oluşturur aramızda Bizimle hiç duymadığımız ve bilmediğimiz müminler arasında

Bayram, bizi rahmetin ipekten kanatları altına çekip götürür Oruçlarını tatlandırmak ve coşkularını paylaşmak için müminler evrensel bir davete uyup usulca mabedlere süzülürler Yüreklerinden sızan ılık esintiler yüzlerine vurur ve mütemadiyen gülümserler Bayram günü yeryüzü hiç görmediği gülümseyişlere, hiç işitmediği sevgi sözlerine tanık olur Ve Itri, "O şafak vaktinin cihangiri" altın çağların bayramı arını taşır mabedlerimize Ve biz çoluk çocuk, yaşlı, genç salavatın büyülü bestesine karışır gideriz Saflarımızı cedlerimizin ruhları sıklaştırır

Ve bayram evrensel bir buluşma olur, tarifsiz bir saadet ırmağı akıtır aramızda Dilimizde salavatlar, kalbimizde melek dokunuşları ve yüzümüzde çiçek açan tebessümlerle dağılırız sokaklara, evlere, şehir, cennetten çalınmış günler yaşar bayram boyunca Bütün saadetlerin mümkün olduğunu anlar

Biz en çok bayramlarda insan oluruz Anneler daha melek, çocuklar daha şirin ve babalar daha şefkatli olur Sertliklerimiz uçup gider Merhametten ve muhabbetten elbiseler giyiniriz Melekler giydirir bizi Ve hepimiz biraz çocuk oluruz Balonlarımız, elma şekerlerimiz, cici giysilerimiz çocukluk anılarımız arasından gülümser durur Bir an bile olsa yaşımızı, adımızı unuturuz Fakat Şeyhülislam Yahya nın dediği gibi: "Çok eğlenmez gider bir dilber-i mahcubdur bayram "; Bize, onun tebessümlerini alıkoymak; ışıklarını günlerimizin içine işlemek kalıyor Salavat seslerinin birbirine bağlandığı yüreklerimiz hiç ayrılmasın ve şehirlerimiz ramazan renklerini unutmasın...


HEPİMİZİN RAMAZAN BAYRAMI KUTLU OLSUN. SEVDİKLERİMİZLE DAHA NİCE BAYRAMLARA İNŞALLAH... İYİ BAYRAMLAR...

23 Eylül 2008 Salı

mavi YAĞMUR...



damla damla mavilikler yağıyor üzerime
gökyüzünden yapılmış bir yağmur gibi
elim, yüzüm, saçlarım,
gözlerim ve dudaklarım,
kaldırımı ikiye bölen duruşum
(-bulutsuz bir ıslaklığın güneşine boyanmış
-çatılardan geometrik şekiller çıkaran
-toplayıp bunu yaralarını saran, sağaltan
-ağlayan ve ağlatan haliyle)
boyanıyor bedenim bu densiz maviliğe.

yürümekten başka çaresi olmayan ayaklar vardır biliyorum
ve yalnızlıktan başka kadınlar
mavilikten başka renkleri olmayan resimler
(ki ressamın elinde, dilinde
ve de en çok zihninde
beklemekten başka çaresi olmayan resimler vardır.)
hepsini biliyorum.

denizciler ölülerini maviye boyar
güzel kadınlar, güzel gözlerini
ressam mutlu bir günü maviye boyar
güneş aydınlık bir gökyüzünü
peki yağmur
en olmadık yerinde bir öğleden sonranın
tutup alnımın ortasından
duygusuzluktan yapılmış
ve ustası olmuş artık karanlıkların
yorgun ve umarsız varlığımın
uçurumun bu en sert kayasından
ne ister
ne ister de boyar beni durmadan.

19 Eylül 2008 Cuma

HÜZNÜN YÜZÜ


hüznün yansımış bana. bulaşmış. böyle hiç bulaşmasın diye uğraşmamışım, o gelmiş kendiliğinden beni bulmuş. ne engel olmuşum, ne de bulaşmak istemişim. bulaşmış, karışmışsın bana. hayallarimi maviye çalan olmuşsun. hiç şikayetim yok, canım yansa bile, gıkım çıkmıyor. dedim, bu acıyı seviyorum. böyle benim hüznüm olmuşsun.

ufacık, minnacık umut kırıntıları. kocaman ellerimde, farkedilmesi güç gerçekten, bir tek onlar var. yaralarımın üzerine sürüyorum, azlar ama, kapatamıyorlar yaramı, iyileştirmeye yetmiyorlar. rahatlamaya yetiyorlar yinede. uyku veriyorlar en azından. uyuyabiliyorum umutları yeşertebildiğimde. biliyorum, çok zor, belki de imkansız. ama.. sonrası gelmiyor, kelimeler yutuluyor birer birer. bir es veriyorum düşlerime. hayat duruyor. bir nefeslik ama. sonra kaldığı yerden devam hüzünbazlığa.

hüznünü yaşatıyorsun bana, öğreniyorum, daha çok seviyorum seni. ama daha çocuksun, büyüyeceksin. hüznünden daha güzel olacaksın. hüzün sana yakışmayacak. şimdi yakışsa bile, o zaman yakıştıramayacaksın kendine. büyümelisin.

büyümelisin.

bırakmalısın arkanda belki, mutluluklar yeşertmelisin ömründe. mutluluklar büyütmeli seni. mutlu görmeliyim gözlerini. mutlu olmak var bu dünyada, kullan onu.

adımı, bir sonbahar yaprağına yaz ve de, ayaz bir havada gökyüzüne savur beni. merak etme, ben yolumu bulurum elbet.

10 Eylül 2008 Çarşamba

YİNE.. YENİ.. YENİDEN...



Uzun bir aranın ardından herkese merhaba !

Uzun zamandır blog sayfamı ihmal ettiğimin farkındayım evet. Sayfaya giripte hala aynı yazıyı görüp yine mi tembellik yaptı bu kız diyenler. Haklısınız. O nedenle öncelikle değer verip sayfama girip yeni yazı göremediğiniz için sizlerden özür dilemeyi bir borç bilirim.

Üç haftalık senelik iznimde oturup ders çalıştım inanın. Evet maalesef bir yıl çalışıp da hak ettiğim iznimi ders çalışarak geçirmek zorunda kaldım. Tanıyanlar bilir bütünleme sınavlarımı. Neyse ki atlattım, gerçi sonuçlar açıklanmadı daha ama bakıcaz artık. İşte bu nedenle de sayfamı biraz ihmal ettim.

Aslında zaman zaman yazmayı denedim ama çoğu zaman yaşadığım olaylara, kişilere, düşüncelere kapılıp başka şeyleri düşünüp yaşarken yazı yazma eylemini gerçekleştiremedim.

Bazen öyle zamanlar olur ki aklına bir düşünce gelir, bunu tam paylaşmak için bilgisayarının başına oturduğun anda biri yada herhangi bir şey dikkatini dağıttığı anda aklındaki bütün sıralı cümleler bir anda karmakarışık olur o yuzden yüreğin ve aklın yazmaktan vazgeçer veya o an araverir.

Tekrar geri dönmek istesende aklındaki paylaşmayı istediğin bilgi, düşünceler çoktan kargaşalığın içinde arka sıralara geçmiştir ve paylaşım cesaretini kaybetmiştir.

Tekrar senin onları bulup, cesaretlendirmeni beklerler paylaşmak için...

Ama tembellikte bir yere kadar artık kelimeleri cesaretlendirmenin ve onları dillendirmenin zamanı geldi de geçiyor bile.

Bundan sonra elimden geldiğince, dilim döndüğünce ve yüreğim izin verdiğince yazmaya devam...

27 Temmuz 2008 Pazar

AĞACIN KAYGISIZLIĞI



Onlar yokken de vardım ben. Hiçbiri bilmezken ağacın dalındaki çiçeğin büyüsünü, ben oturur saatlerce ağaca bakardım. Onlar yoktu! Olsalar da neye baktığımı nereden bileceklerdi ki. Dışarıdan bakanlara göre boşluğa, bomboş gözlerle bakardım. Deliydim ben. Onlar bilmezdi bu dünyada aslında yeri olmayan taş duvarların çevrelediği kaygısız ağacı. Sadece kaygısız da değil. Öyle bir emin ki kendinden… En cehennem kaçkını yıldırımda bile bir kuş uçmaz dalından. İşte o kadar güvenilir hem de. Nasıl anlatsam. O kadar dik duruyor ki o taş binaların önünde… Sanki meydan okuyor bir şeylere. Kendinden emin duruşunun altında çok anlam kaynaşıyor aslında gizli gizli. Tabii görmesini bilirseniz. “Siz burada geçicisiniz taş binalar, arabalar, sokaklar ve hattâ insanlar! Ne kadar ev sahibi gibi kasıla kasıla otursanız da aslında misafirsiniz…” der gibi. Belki de bu yüzden dikkâti çekmiyor ağaç. Bir tek ben fark ediyorum onu. Belki de insanlar işgalci olduklarını hatırlamaktan korkuyor ağaca baktıklarında. Kim bilir?..

Bense ağaca ilk bakıştan hayran. Arkasında, çatısı bulutların arasında bir gökdelen, ayaklarının altında paçalarını çekiştiren kaldırım taşları… Belki de önünden hayatımda göreceğim tüm insanlar bir günde geçer gider… Şatafatını tahmin bile edemeyeceğim, ömrümün sonuna kadar çalışsam da parasını denkleştiremeyeceğim arabalar. Ve içlerindeki insanların taşıdığı yalanlar, maskeler, ızdıraplar, hileler, düzenler, oyunlar, hayaller, kısacası dünya üzerinde sadece insanla beraber varolabilecek, yüzlerce, bir düşünüşte hepsini hafızama çağıramayacağım çoğu bomboş meşgaleler. Arabaların kendilerini taşıdığını sanıp koltuklarında kasılan ama aslında sırtında arabanın onlarca katı yük taşıyan, taşımış ve taşımaya mahkûm, aldanmış insanlar… Aldattıkça tükenmiş, tükendikçe aldatmış, en sonunda birbirlerini tüketmiş insanlar…

Ağaçsa bîhaber ya da umursamaz. Onu ancak ben bilebilirim! Ne arabaların markası ne etrafındaki binaların kat sayısı ne de insanların saydam bir buz kadar soğuk ve kırılgan hayatları. Ağaç sadece ağaç. Kendine verilene kanaatkâr, ondan ötesineyse sonsuza kadar itaatkâr. Hayata karşı tepkisi, tek tepkisi; sadece kız olan bir kızın ona dikkât bile etmeden geçip gidişi… Ardından kuşların ağacı terk edişi, birkaç yaprağın sessizce dikişlerinden kurtulup çöpçülerin süpürgelerine boyun eğişi…

29 Haziran 2008 Pazar

BÜYÜ DÜKKANI



Bir arkadaşımın hediyesiydi bana Yeşim Türköz ün Büyü Dükkanı adlı kitabı, benim çok hoşuma gitti ve sizlerle paylaşmak istedim. günün birinde bir kitapçıya gittiğinizde mutlaka alıp okumanızı tavsiye ederim. şimdi dilerseniz kitaptan birkaç alıntıyı size aktarayım. belki biraz uzun gelebilir ama vaktiniz varsa lütfen okuyun...


Uzak diyarlardan birinde bir ülkede, yemyeşil tepelerin arasında, kışın bembeyaz bir kar örtüsü ile, baharda rengarenk kır çiçekleri ile kaplanan bir vadi vardı. Ortasından küçük bir ırmağın geçtiği bu vadi “Büyülü Vadi” olarak anılırdı. Ona bu adı veren ise, vadideki ilginç bir dükkan ile, bu dükkanda yaşananlardı. Ünü ülkenin dört bir yanına yayılmış olan dükkanın adı “Büyü Dükkanı” idi. Büyü Dükkanı’nın sahibi, ak saçlı, ak sakallı bir ihtiyardı. Burası, aynı zamanda onun yaşadığı yerdi. Bu nedenle, dükkanın dışarıdan görüntüsü tıpkı bir ev gibiydi. Üç tarafında da yeşil çerçeveli pencerelerin olduğu, tamamı ahşaptan yapılmış olan bu binaya, bir verandadan giriliyordu. İçeri girer girmez, ilginç eşyalarla donanmış oldukça geniş bir oda ile karşılaşıyordunuz. Büyük bir kütüphane, üzerlerinde çok sayıda eşyanın bulunduğu raflar, masa ve konsollar dükkanın dört bir tarafını kaplıyordu. Ancak bu kalabalık görüntü içinde çok etkileyici bir düzen göze çarpıyordu. Bütün eşyalar, belli bir estetik içinde duruyor ve bu estetik hiçbir zaman bozulmuyordu. Büyü Dükkanını çevreleyen pencereler, içerdeyken bile günün aydınlığına ve vadinin güzelliğine hakim olmanıza izin veriyordu. Dükkanın içinde, arka taraftaki bölmeye açılan bir kapı vardı. Bu bölmede mutfak, banyo ve yatak odası bulunuyordu. Dükkana gelen müşteriler, arka tarafa açılan kapıyı daima kapalı görürlerdi.

Her insanın, yaşamında çok istediği ancak sahip olamadığı bir şeyler vardır. Ya da sahip olup kaybettiği şeyler. Bazen de sahip olduğu ancak kurtulmak istediği şeyler. İşte bütün bunlar, o ülkede yaşayan insanların bir kısmı için, Büyü Dükkanı’na gelme nedeniydi.

Bu dükkanda, isteklerinizi sınırlamak zorunda değildiniz. Müşteriler, hayal edebildikleri her şeyi isteme ve alma hakkına sahiptiler. Tabii, bedelini ödedikleri takdirde. Her yerde olduğu gibi bu dükkanda da almak istediğiniz şeyin bir bedeli vardı. Bu bedelin ne olacağı, dükkan sahibiyle yaptığınız pazarlık sonucunda ortaya çıkardı. Ancak, Büyü Dükkanı’nda maddi bedellerin hiçbir hükmü yoktu. Bazı müşteriler bir şeye sahip olmak için denebilecek tek bedelin para olabileceği düşüncesiyle, cepleri kabarık gelirlerdi. Oysa burada yapılan pazarlıklar, günlük yaşamdakilerden biraz farklı olur ve pek çok müşteriyi şaşırtırdı. Dükkan sahibi yaşlı adam, her sabah gün ağarırken kalkar, kendine büyük bir fincan kahve yapar ve bir insanın isteyebileceği her şeyin var olduğu dükkanıyla gurur duyarak kahvesini yudumlardı. Kahvenin ardından gelen zevkli bir kahvaltıdan sonra da pencerelerinin perdelerini sonuna kadar açarak, sallanan koltuğuna oturur ve içeri dolan gün ışığının yardımıyla okumaya başlardı. Büyü Dükkanı’nda satıcı olmak bilgelik isterdi. O güne kadar dükkana gelen hiçbir müşteriyi geri çevirmemişti dükkan sahibi. Herkes, çok istediği bir şeye sahip olmak uğruna onca yolu göze alarak gelir ve mutlaka alabileceği en iyi şeyi almış olarak çıkardı. Ama genellikle aldığı şey istediği şeyden çok farklı olurdu. Yaşlı adam ara sıra, okuduğu kitaptan başını kaldırır, yolu gören pencereye bir göz atardı. Eğer bir müşteri geliyorsa, onu ta uzaktan yakalayıp, dükkana yaklaşana kadar izlemeyi severdi. Bu, onun için zihinsel bir hazırlık süreciydi. Bu süre içinde zihnini, biraz sonra gelecek olan müşteriyi iyi anlayabilmek için boşaltırdı.

Sabah dışarı baktığında, yağan karın yolu iyice kapattığını gördü. Bu havda gelen giden olmaz diye düşünüp, hüzünlendi. Büyü Dükkanı, hemen her gün bir müşteri ağırlardı. Ancak, yılda birkaç kere de olsa kimsenin uğramadığı günler olurdu.

Yaşlı adam, o gününde bunlardan biri olmasından korktu. Nedense işsizlik içini ürpertmişti. Tam o sırada uzakta bir karartı gördü. Kar beyazının kamaştırdığı gözlerini kırpıştırıp tekrar baktığında, bunun yaklaşmakta olan bir insan olduğunu anladı. İçini bir sevinç kapladı. Gidip sobasına bir odun attı ve tam pencerenin karşısındaki sallanan koltuğa oturup, müşterisini beklemeye koyuldu. Kış mevsiminin bu soğuk günüde epeyce üşümüş, yorgun düşmüş olmalıydı. Kapının önüne gelinceye kadar, gözlerini hiç ayırmadan izledi onu. İyice kulak kabarttı. Üç basamakla çıkılan, ahşap zeminli verandadaki ayak seslerini ve onlara eşlik eden gıcırtıyı duymaktan çok hoşlanırdı. Beklediği kişinin ayak sesleri ikinci basamakta kesildi. Müşteri çalmadan, kapıyı açmamayı prensip edinmişti yaşlı adam. Çünkü, hemen herkes o kapının önünde durup, bir kez daha düşünürdü. Kapıyı çalmaktan vazgeçip dönenler, az da olsa olmuştu. O gün de aynı şeyi yaptı. Sonunda kapı çalındı. Açtığındı, karşısında soğuktan kızarmış elleriyle atkısını çıkarmaya çalışan bir erkek gördü. “İyi sabahlar, girebilir miyim?” diye sordu müşteri. Dükkan sahibi, müşterisini içeri aldıktan sonra, ısınmasın için ona bir kahve ikram etti. Sessizce kahvesini içerken etrafı seyreden adam, karşısında oturan yaşlı satıcının ikna edilmesi pek güç olmayan biri olduğunu düşündü. Herhalde o da müşterisini anlar, onun haklı isteğini geri çevirmek istemezdi. Acaba Büyü Dükkanı’dan çıkarken istediği gibi bir alışveriş yapmış olacak mıydı? Bir süre söze nasıl başlayacağını bilemedi. Belki de dükkan sahibinin bir şeyler söylemesi gerekirdi. Ancak karşısında, sabırlı bir ifade ile müşterisinin gözlerinin içine bakarak oturan satıcının, alışverişi başlatmaya niyetli olmadığını anladı. Bu sabırlı bekleyiş, onda hem cesaret hem de yumuşak bir etki yarattı. Anlaşın, başlangıç sözleri kendisinden bekleniyordu. Sonunda, fazla düşünmeden aklından ilk geçeni söyleyiverdi:

-Ününüzü duyunca çok uzaklardan kalkıp geldim buraya. İstediğim şeyi, bir tek sizin dükkanınızda bulabileceğimi söylediler. Karşılığında ne isterseniz vermeye hazırım.

-İstediğiniz şeyin ne olduğunu öğrenebilir miyim?

-Bakın, ben elli beş yaşındayım. Yanı yolun yarısını geçeli çok oldu. Söylemeye dili varmıyor ama yolun sonuna yaklaştım galiba. Bu gerçeğe tahammülüm yok. Ben bugüne kadar ki hayatımı geri istiyorum. Mümkün mü?

-Elbette mümkün. Biliyorsunuz, dükkanımda her şey mevcut. Ancak tam olarak ne isteğinizi anlayabilmem için,bana geri istediğiniz hayatınızı biraz anlatabilir misiniz?

Dükkan sahibinin sorduğu soru, müşteriyi iç dünyasına döndürmüştü. Gözünün önünden geçen sahnelerin kendi yaşamına ait olduğunu kabul etmek için kendini zorluyordu. Bütün görüntüler, bir kargaşa ve telaş içinde birbirlerine karışarak geçip gittiler ve geride yalnızca ıssız bir hüzün bıraktılar. Hüznünün yüzüne yansımasına engel olamayan müşteri, yaşlı satıcının sorusu karşısında ancak şunları söyleyebildi:

-Geçmiş yaşamımda birçok hata yaptım. Bunlar için pişmanlık duyuyorum. Yanlış kararlar verdim, kayıplara uğradım. Zamanı hovardaca harcadım. Bir gün bir de baktım ki, hayat yanımdan geçip gidiyor. Paniğe kapıldım ve bir çare aramaya başladım. Dostlarımla konuşmayı denedim. Beni teselli edip derdimi unutturmaya çalışanlar da oldu, yardım etmeye çalışanlar da. Ama hiçbiri kar etmedi. Kendimi çok mutsuz hissediyordum. Derken, bir gün irisi bana sizden ve Büyü Dükkanı’ndan söz etti. Bunu duyar duymaz sanki içinde bir ışık yandı. Büyük bir umutla hemen yollara düşüp size geldim. Kendimi çok çaresiz hissediyorum. Lütfen elli beş yılımı bana geri verin.

-Yani, siz pişmanlık duyduğunuz hayatınızı yeniden yaşamak mı istiyorsunuz?

-Elbette hayır. Söylemek istediğim bu değil. Ben yalnızca kaybettiğim yıllarımı geri istiyorum. Eğer bir şansım daha olursa aynı hataları tekrarlamayacağım.

-Herhalde bunu çok istiyorsunuz.

-Evet, hem de her şeyimi verecek kadar.

-Peki, benim size vereceğim elli beş yılın karşılığında siz bana ne verebilirsiniz?

-Ne isterseniz?

-Sanki bunun için her şeyden vazgeçmeye hazır gibisiniz.

-Hiç kuşkunuz olmasın. Şu anda sahip olduğum her şeyden vazgeçebilirim. Yeter ki geride bıraktığım yıllarımı bana geri verin.

Yaşlı adam, ellerini sakallarında dolaştırırken, kendini sallanan koltuğunun devinimlerine bırakmıştı. Bir süre düşündü. Müşterisinin, sabırsızlıkla, pazarlığın bitmesini beklediğinden emindi. Büyü dükkanına gelen kişiler, yaşlı adam, pazarlığın başındaki düşünce yolculuklarında yalnız kalırdı. Şu anda da, sessizliğin yalnızca kendi işine yaradığını biliyordu. Koltuğu ile birlikte öne doğru eğilerek müşterisinin gözlerinin içine baktı ve ağır ağır konuşmaya başladı:

-Beyefendi, her ne kadar siz elli beş yıl karşılığında bana her şeyinizi vermeye hazır olsanız da, ben sizden bir tek şey isteyeceğim.

-Dileyin benden ne dilerseniz.

-Belleğinizi.

-Anlamadım?

-Belleğinizi dedim. Elli beş yılın yaşantısını içinde barındıran belleğinizi istiyorum.

-Ah evet anladım. İlginç bir bedel. Kabul ediyorum. Tamam alın belleğimi.

-Emin misiniz?

-Neden olmayayım? Elli beş yıl kazanacağım.

-Belleğinizi, içindeki her şeyle birlikte bu dükkanda bırakıp gideceksiniz. Elli beş yılın tek bir anını hatırlamayacaksınız. Buraya neden geldiğinizi bile.

-Daha iyi ya! Her şeye yeniden başlayacağım. Zaten geçmişi hatırlamak istemiyorum ki!

-O halde, korkarım elli beş yıl sonra buraya tekrar gelirsiniz. Tabii o zaman benim yerime, bir başkası size yardımcı olur.

-Hayır hayır. Emin olun ki, şu dakika belleğimi sez bırakıp elli beş yılımı geri alacağım ve dükkanınızı, bir daha dönmemek üzere terk edeceğim. Ve yine söz veriyorum, şu ana kadar yaptığım hataların hiç birini tekrar etmeyeceğim.

-İsterseniz başka sözler vermeyin. Çünkü, az sonra, belleğinizle birlikte bütün hepsini burada bırakıp gideceksiniz.

Yaşlı adamın son sözleri, müşterinin duraklamasına neden olmuştu. Bu sözlerin anlamını kavrayabilmek için birkaç saniye düşünmek zorunda kaldı.

-Nasıl yani? Buradan çıktığımda hiçbir şey hatırlamayacak mıyım? Sizinle konuştuklarımızı bile, öyle mi?

-...................................

-Yani hiçbir şeyi mi? Buraya neden geldiğimi,sizin kim olduğunuzu ve hatta...!

-Ne yazık ki!

Yaşlı adam, şu anda pazarlığın sonuna geldiklerini hissediyordu. Karşısında oturan müşterinin yüzünde gördüğü aydınlanma, pazarlık sahnelerinin en hoşlandığı görüntüsüydü. Son sözleri müşterisinin söylemesini istediği için bir süre sessiz kaldı ve bekledi. Bu seferki sessizliğin, müşterisinin işine yaradığından emindi. Onun aydınlanan yüzünün ortasında parlayan gözbebekleri, yaşlı satıcı için, sessizliğin içinden çıkacak sesli bir coşkunun habercisi gibiydi. Gerçekten de, konuşmaya başlayan müşterisi onu yanıltmadı:

-Sanırım ne demek isteğinizi şimdi anlıyorum. Eğer elli beş yılın bedeli bu ise, pes ediyorum. Belleğimden vazgeçemem. Bu neye benziyor biliyor musunuz? Bir kadının, çok istediği bir tokayı, saçları karşılığında satın almasına. Çok ilginç bir insansınız. Bana, Büyü Dükkanı’dan almak istediğimden çok farklı bir şeyle çıkacağımı söylemişlerdi de inanmamıştım. Ben, bugüne kadar ki yaşamımı almak için gelmiştim, ancak bugünden sonraki yaşamımı alıp gidiyorum. Size teşekkür ederim.

-Bir şey değil. Güzel bir pazarlıktı. Hoşça kalın.

Yaşlı adam, müşterisini gözden kaybolana dek gülümseyerek izlerken, aklından Santayana’nın bir sözü geçiyordu:

“Geçmişi hatırlamayanlar, onu bir kez daha yaşamak zorunda kalırlar.”

1 Haziran 2008 Pazar

ÖZLEMİN BİTTİĞİ YERDE...

Özlemek, Özlemek bir başka zamanı, bir başka anı, başka bir heyecanı... erişilmezi özlemek, özünü özlemek gibi hummalı... hangi kelimeler yetebilir ki özlemi anlatmaya... şiddetli bir fırtına, dingin bir deniz, dayanılmaz mide ağrısı, kan dolaşımı, dokunamamanın verdiği dokunmaktan beter haz duygusu...


Hiç ummadığım bir anda düştüm bu boşluğa
Bu umarsız çığlıklar, hep seni sevmemden
Yürek yokluğundan bihaber,
Defne ektiğim taş duvarlar soğuk
Yine de yaslanıyorum, omuzlarını bulamayınca,
Kolum kanadım kırık, beni sorarsan
Uzaklardan salladığın mendiller ıslandı-kurudu…
Yüzüm dargın aynalara,
Bakmaktan korkmasamda,
Içimde bir sızı,
Hasret kaldım tanıdık bir dokunuşa
Acıktım zamanlı zamansız dokunan parmak uçlarına,
Yine de bile bile lades çektim sana,
Git sevgili, bensizliğe açılan yollar açık sana….
Toz kaçan gözlerim,
Terleyen avuç içlerim,
Titreyen ellerim,
Senden kalan soluk bir hatıra,
Ben sensizliğin ipini çoktan çektim
Sen git sevgilim!
Git!…

11 Mayıs 2008 Pazar

SOL YANIM ACIYOR ANNE

Tüm Annelerin Anneler Gününü Kutluyorum. ve bu şiiri sizlerle paylaşmak istiyorum. Saygılar...

Merhaba anne,
Yine ben geldim.
Merak etme okuldan çıktımda geldim.
Annelerde babalar gibi merak eder mi bilmiyorum ama
Ali "Okula gitmezsem annem çok kızar, merak eder" demişti de
Onun için söylüyorum.
Geçen hafta öğretmen,
Sağ elimde sarımsak, sol elimde soğan dedirte dedirte
Öğretti sağımı solumu.
Ben biliyorum artık anne sağım neresi, solum neresi
Ağrıyan yanımın neresi olduğunu
Şimdi iyi biliyorum anne.
Hani geçen geldiğimde
Şuram acıyor işte şuram demiştim de
Bir türlü söyleyememiştim ya acıyan yanımı anne
Bak şimdi söylüyorum
Şuram işte,
Sol yanım çok acıyor anne.
Hem de her gün acıyor anne her gün.
Dün sabah annesi Ayşe'nin saçlarını örmüştü.
Elinden tutup okula getirdi.
Yakası da danteldi.
Zil çalınca öptü, hadi yavrum sınıfa dedi.
Bende ağladım,
Ağladım hiç de utanmadım.
Öğretmen ne oldu dedi.
Düştüm dizim çok acıyor dedim.
Yalan söyledim anne.
Dizim acımıyordu ama sol yanım çok acıyordu anne.
Bugün bende saçım örülsün istedim.
Babam ördü ama onunki gibi olmadı.
Dantel yaka istedim.
Babam "Ben bilmem ki kızım" dedi.
Bari okula sen götür dedim.
"kızım, iş" dedi.
Bende banane dedim, ağladım.
"kızım, ekmek" dedi babam.
Sustum ama okula giderken yine ağladım anne.
Ha bide sol yanım yine çok acıdı anne.
Herkesin çorapları bembeyaz, benimkiler gri gibi.
Zeynep "annem beyazlara renkli çamaşır katmadan yıkıyormuş" dedi.
Babam hepsini birlikte yıkıyor.
Babam çamaşır yıkamasını bilmiyor mu anne?
Uff babam, her gün domates peynir koyuyor beslenmeme.
Üzülmesin diye söylemiyorum ama
Arkadaşlarım her gün kurabiye, börek, pasta getiriyor.
Biliyorum babam pasta yapmasını bilmez anne.
Hava kararıyor, ben gideyim anne.
Babam bilmiyor kaçıp kaçıp sana geldiğimi.
Duyarsa kızmaz ama çok üzülür biliyorum.
Kim bozuyor toprağını,
Çiçeklerini kim koparıyor.
İzin verme anne ne olur toprağına el sürdürme.
Eve gidince aklıma geliyor bide bunun için ağlıyorum anne.
Bak kavanoz yanımda, toprağından bir avuç daha alayım.
Biliyor musun anne her gelişimde aldığım topraklarını
Şu kavanozda biriktirdim.
Üzerine de resmini yapıştırıp başucuma koydum.
Her sabah onu öpüyor kokluyorum.
Kimseye söyleme ama anne
Bazen de konuşuyorum onunla.
Ne yapayım seni çok özlüyorum anne.
Ha unutmadan,
Öğretmen yarın anneyi anlatan bir yazı yazacaksınız dedi.
Ben babama yazdıracağım.
Öğretmen anlarsa çok kızar ama banane kızarsa kızsın.
Ben seni hiç görmedim ki neyi, nasıl anlatacağım anne.
Senin adın geçince sol yanım acıyor anne.
Hiç bir şey yutamıyorum.
Bazen de dayanamayıp ağlıyorum.
Kağıda da böyle yazamam ya anne.
Ben gidiyorum anne,
Toprağını öpeyim, sende rüyama gel beni öp.
Mutlaka gel anne,
Sen rüyama gelmeyince sol yanımın acısıyla uyanıyorum anne.
Sol yanım acıyor anne.
İşte tam şurası,
Sol yanım çok acıyor anne.
Seni çok özledim,
Anne çook...

(Bedirhan Gökçe'nin Şiir Albumünden)

19 Nisan 2008 Cumartesi

BEN BİR ZABIT KATİBİYİM


Bir zabıt katibi arkadaşımızın kaleminden dökülmüş, zabıt katipliğinin zorluklarından ve sıkıntılarından bahseden bu yazıyı sizlerle de paylaşmak istedim. Her işin zorlukları vardır mutlaka ama hem bu kadar yoğun çalışıp hem de memurların içinde en az maaş alan zabıt katiplerinin artık hakkettiklerini almasını istiyoruz gerçekten.

Parmaklarına sağlık arkadaşım. Güzel yazmışsın yazmasına ama ADALET dağıtan bir kurumdaki bu ADALETSİZLİĞİ ne zaman görecekler bilemiyorum…

Saygılar…

BEN BİR ZABIT KATİBİYİM,

Görevim zabıt yazmak.
Görevim;
gerçek yaşamları,
acıları,
yalanları, dolanları,
olanları olmayanları,
senaryoları,
perde arkalarını,
yürek sızılarını,
dört duvar aralarını,
insanı insan olmaktan çıkaran içsel canavarlarını,
hatalarını,
gözyaşlarını,
pişmanlıklarını,
çaresizliklerini,
çare umutlarının yüzlerine yansıyışlarını,
özgürlük özlemlerini,
tükenmişlik hikayelerini,
yaşama dair ne varsa hepsini,
insanların içinden yükselen çığlıkları duya duya, derin bir sessizliğe gömüle gömüle, çığlıkları klavyenin tuş seslerinde boğa boğa, vicdanı ile aklı, vicdanı ile yasaları, anlatılanlar ile delilleri, tüm bu kargaşanın arasında vicdanının sesini dinleyerek, vicdanı- aklı- yasaları arasında teyel yapan, mağdurunu- müştekisini- sanığını- şüphelisini- maktülünü- tanığını- Avukatını- katibinin halini anlamaya çalışan ve aynı zamanda kendisi de insan olan en kutsal görevli tarafından tüm bu teyeller dikişe tutturulana dek yazanım.

Ben, ölünün başında ölümsüz tutanaklara imza atanım.

Gecenin onu on biri, sabahın üçü beşi demeden görevinin başında olanım.

Nöbet parası, nöbet izni olmayanlardanım.

Mağdur bir insanın evine giren hırsızın sorgusuna gidince, kendi evine hırsız giren bir mağdurum.

Her türlü içsel haykırışı dışına taşırmadan içinde haykıranım.

Hak arayışına, adalet bulmaya çalışana yardım eden, bunun için görev yapan, ancak kendi hakkını aramaya korkanım.

Kendi söküğünü dikemeyen terziyim.

Adliye mekanizmasının sürekli dönen bir çarkıyım. Çark dönüyor, zincirler bu çarkın üzerinden geçiyor, çarkın yağı bitmiş, zincirler çarkı aşındırmış, ha koptu ha kopacak, zincirler kırılacak ve mekanizma işte o zaman şaşacak, işte ben o mekanizmanın yağsız çalışan aşınmış bir çarkıyım.

Ceketinin düğmesi açıla kapana yalama olan, ancak kendine bir ceket daha almaya gücü olmayanım.

Rüşvete sonuna kadar karşı çıkan,
Dürüst- namuslu,
emektar- fedakar,
özverili-saygılı,
başını eğmekten boyun fıtıklı,
iki büklüm durmaktan bel fıtıklı,
içine atmaktan panik ataklı, iç kanamalı ağır bir hastayım.
Ben eline vurulmadan ekmeği elinden alınanım.
Hafta sonlarını, baharını, yazını, kışını, sabahını, akşamını, bir kuru sandalyede , havasız ve güneşsiz odalarda, kenarları kırık yıpranmış masalarda demir dolap gıcırtılarının arasında ömrünü feda edenim.
Dosya tozu yutmaktan doymuş her zaman yediği kuru ekmeği bile yiyemez olanım.

Ben bir zabıt katibiyim.
(15.03.2008 tarihi itibariyle) 750,00 YTL maaş alanım.
Ben bir sosyal varlığım,
Ben bir kiracıyım,
ben bir ana,
ben bir baba,
evlat, öğrenci, genç, yurttaş, ben bir İNSANIM.

Artık iki yakasını bir araya getirebilecek bir gömleği bile alamayanım.

Yoksulluk sınırında olan, ancak gururundan dolayı açlık sınırında olduğunu bildiremeyenim.

Ben başka maaşların ancak ve ancak küsüratını alanım.

Ben çıplak kralım.

Duvara asılmaya hazır bir utanç tablosuyum.

Emeğinin karşılığını alamayan, hakkını aramayan diğer katip arkadaşlara ve hakkını yiyenlere haram eden, şu an itibariyle agresif, kompleksli, ancak adaletsizlik perdesi kaklında kuzu gibi olacak bir çalışanım.

BİZLER YAŞAMA HAKKIMIZI İSTİYORUZ.
SÜRÜNME VE SÜRÜLME HAKKIMIZI DEĞİL.
GÖREVİMİZ KUTSAL, SORUMLULUĞUMUZ, ŞARTLARIMIZ AĞIR, İŞİMİZ ZOR.
BİZLER BU SORUMLULUĞUN BU ŞARTLARIN ALTINDA HARCADIĞIMIZ EMEĞİN, FEDAKARLIĞIN, ÖZVERİNİN, GİDEN BU ÖMRÜN KARŞILIĞINI,
YANİ; HAKKIMIZI İSTİYORUZ.
ADALET ÇALIŞANINA YAKIŞIR BİR YAŞAM İSTİYORUZ.

SABIRLIYIM, SAKİNİM, EZİLENİM, MÜCADELECİYİM ŞİMDİLİK KATİBİM.

6 Nisan 2008 Pazar

NE KALDI GERİYE


Ne kaldı yaşamın buruk tadından geriye? Yıllar önce farkına vardığımız burukluğundan geriye yaşamın ne kaldı?

Mahzun bakışlarımızdan... Mağrur yürüyüşümüzden... Hava teoremimizden… Yaşamı tanımamışlığımızdan... Kıyısında olduğumuzdan gerçeğin... Acemiliğimizden... Yağmurda söylediğimiz eski zaman şarkılarından... Cesurca iç çekişlerimizden... Otobüs yolculuklarından... Şiirlerimizden... Bitmemecesine bunalımlarımızdan... Bunalmışlığımızı erdem saydığımız gecelerimizden... Kahve fişlerimizden... Bir sigara dumanında yitirdiğimiz değerlerimizden... Samimiyetimizden... Sılayı anlatan bir türkünün yanağımıza bıraktığı tuzlu su damlacığından... Soğukta titreyen ellerimizle sımsıkı sarıldığımız arkadaşlığımızdan... İnanmışlığımızdan... Savrulmuşluğumuzdan... Boylu boyunca yatan gençliğimizden... Ve hepsinden acıklısı Aşklarımızdan... Bitesiye aşklarımızdan... Hüzünlü akşam üstlerimizden... Amaçsız, ölesiye sevmelerimizden... Hayran olduğumuz uzak gülüşlerimizden... Yalnızca bize ait olduğunu sandığımız ödün vermişliğimizden...Ve sabahlarımızdan... Bitmez tükenmez ikilemlerimizden... Bastırmaya çalıştığımız ama bastıramadığımız yasak duygularımızdan...

Ne kaldı geriye?
Bir tutam yalnızlık mı?
Hayatın kaybolmuşluğu ve sıradanlığı içinde ara sıra yad ettiğimiz nostaljik anılar mı?
Yada eski bir dostla kurulan “neydi o günler” muhabbetine malzeme yaptığımız bir iki anı mı?
Yoksa yüreğimizin derinliklerinde bir yerde bizi sürekli olarak kemiren, varlığının farkında olduğumuz ama görmezlikten geldiğimiz cılız haykırışlar mı?
Geriden gelenlere attığımız –pişkin abla, ağabey nutukları- mı? iki ayağı yere basan olgunlaşmış bizlerin, yaşam felsefemizin saç ayağını oluşturan geçmiş tecrübesi mi?
Suçluluk duygusu mu?
Üzerimizde hissetmeye alıştığımız o alçaltıcı bakışlar mı?
Yoksa geriye baktığımızda su gibi akmış yıllara dayalı koskoca bir HİÇ! mi?

2 Mart 2008 Pazar

BERFİN



Sıradan bir günün bitimiydi. Yoğun ve yorgun bir günün ardından birden karşımda küçük bir kız çocuğu gördüm. Yaşama mutlu gözlere bakan, hayatı oyuncak sanan küçük bir kız çocuğu.

Elinde küçük bir poşeti vardı içinde 3-5 parça bir şeyler. Belli ki kendine göre çanta yapmış bu poşeti. Adı Berfin di. Adı gibi kar tanesi kadar berrak, saf ve temizdi. O kadar masum ve saf bir kız çocuğunun adliye koridorlarında ne işi var diye düşünürken. Tanıştık Berfinle.

Baban nerde Berfin dediğimde verdiği yanıt içimi acıttı. Babam cezaevinde dedi, dedi ama cezaevinin ne olduğunu idrak edebilecek yaşta değildiki daha. Annesini ise bir başka suçtan yakalamış polis amcaları. Seni kim getirdi Berfin buraya dediğimde polis amcalar dedi. Nerde olduğunu, kimlerle olduğunu bilmiyordu ama etrafa gülücükler saçabiliyordu güzel gözleriyle.

Elinde belli ki birinin acıyarak verdiği 5 ytl si vardı Berfinin. Ne alacaksın Berfin bu parayla dediğimizde balon alıcam dedi. Belkide hayatında hiç balona sahip olmamıştı ve olamayacaktı.

Hayata şanssız gelenlerdendi Berfin. Daha 5 yaşında ve adliye koridorlarında dolaşan küçük bir kız çocuğuydu.

Hayata şanssız geldin belki Berfin ama umarım iyi bir hayatın olur. Umarım mutlu olursun. Ve güzel gözlerindeki gülücükler hiç eksik olmaz.

16 Şubat 2008 Cumartesi

HANİ...


şimdi böyle sessiz sakin; suskunum.. sıkıldım her şeyden. sanki üzerimde ölü toprağı var, hep bir şeylerin bitmesini beklemek gibi ya hayat.. yoruldum yürümekten; koşarken dalağımın şişivermesinden, nereye saracağımı şaşırdım biraz..


neresinden tutsam elimde kalıyor; hani kurumuş, beklentisiz, bereketsiz topraklar gibiyim nicedir.. boğazımda ne kadar dirensem de geçmeyen bir yumru, ne bastığım yerden eminim; ellerim tutmuyor; kör gibi, sağır gibi, dilsiz gibi tutunmaya çalışıyorum verilen ama tutulmayan tüm sözlere.. hani ağlamamak için biraz daha durmalıyım; yüreğime basa basa içimden yar gidiyor gibi olsa bile..
nerdeyim, kimleyim; kimdeyim bilmiyorum.. içimde depremler, git-geller, yalanların-heveslerin ağırlığı içimde, ışıkları kapatılmış saraylarımın; bitti sanıyorum sanki sevmelerim, sanki bir daha hiç sevemeyeceğim diye korkumdan üşüyorum, durmadan içim ürperiyor..


bahar gelecek işte.. ben yedi kat yerin altından örgütlenip o kurumuş topraktan çıkıvereceğim, tomurcuklarım gülümseyecek bana.. biliyorum..


bahar gelecek, tomurcuklanacağım, güneş bana gülecek, böyle üşümelerim geçecek hep.


aşkolsun sana be papatya!

12 Şubat 2008 Salı

SONSUZA KADAR SEVGİ


İnsanlar var olduğundan itibaren tanışmış sevgiyle, çünkü aşk insanın hammaddesi, geçmişten bugüne sevgiyle tutuşmuş yürekler, bazen şiir olmuş kalemden dökülen, bazen de dudakları yakan bir ateş…

Sonsuza kadar sevgi…

İşte böyle başlar aşklar ve elini sonsuza kadar uzatır. İnsan bir kere yakalamaya görsün aşkı bırakmak istemez. Aşk için yeniden doğarız, gözünüz başka bir şey görmez diye söylerler hiç bu duyguyu tatmayanlar. Ama yaşamak gerekir. Hem de doyasıya yaşamak…

Sevin. Açıkça doyabildiğince açık, özgür ve sonuna kadar doyumsuz. Böyle anlaşılır aşkın tadı ve lezzeti. Sevgilinizi elinizdeki bir kuş gibi sevin. Onu hiç sıkmadan sevin ki, bir anda uçup gitmesin. Onu sevin ama nasıl, avuçlarınızda camdan bir şey gibi, kalbinizi sıkıp parmaklarınızı kanatarak kırasıya, çıldırasıya….

Sevginin tarifi olmaz derler. Olmaz mı.. vardır elbette ama onun tarifini insan belirler. Belki benim için sevgi bir bakış, bir gülüş, senin içinde bir sevgi sözcüğü yada tomurcuk bir güldür…

Yüreğimizin derinliklerinden gelen “Seni Seviyorum” sözünü duymak. Dünyanın en zor işidir. Zordur ama kalbinizin kaldırabileceği en güzel zorluktur. Mutluluğumuz gözlerimizdeki parıltıdan belli olur. Dudaklarımızda gezinen bir şarkıdır bu sözleri duymak, kırmızı ve aşkın sevinci, ufkun sonsuza doğru kışkırtıcı daveti ve yaşamın taze kokusu yayılır iliklerimize tadı bir ömür boyu sürecek ilk öpüşme için, verilen aşk mektuplarını kimsenin asla bulamayacağı bir yere sakladığı için, sinemada elinizi bırakmadığı için, sonsuza kadar sizinle beraber olacağı için ve en önemlisi SİZİ SEVDİĞİ İÇİN ona teşekkür etmelisiniz.

Tüm sevgililerin SEVGİLİLER GÜNÜNÜ KUTLUYORUM ve Can Dündar ın eğer şiirini de yazıma eklemeden geçemiyorum. Saygılar…



Eğer ;

O'nu hatırladıkta başı göğe ermişçesine ya da asansör boşluğuna düşmüşçesine ürperiyorsa yüreğiniz... ömrü saatlere sıkışmış bir kelebek telaşıyla O hüzünden bu neşeye konup kalkıyorsanız gün boyu nedensiz... ve her konduğunuzda diğerini iple çekiyorsanız bu hislerin... O'nunlayken pervaneleşen yelkovanlar, O'nsuz mıhlanıp kalıyorsa yerine, bir akrep kadar hain...

sınıfta, büroda, yolda, yatakta içiniz içinize sığmıyor, O'ndan söz edilince yüzünüz, sizden habersiz, mis kokulu bir ekmek dilimi gibi kızarıyor, mahcup somurtuyor veya muzip sırıtıyorsa,

ve O, her durduğunuz yerde duruyor,

her baktığınız yerden size bakıyor, siz keyiflendikçe gülüp,

hüzünlendikçe ağlıyorsa...

dünyanın en güzel yeri O'nun yaşadığı yer, en güzel kokusu

bedenindeki ter, en dayanılmaz duygusu gözlerindeki kederse...

hayat O'nunla güzel ve onsuz müptezelse... elmalar pembe, kiremitler pembe, gökyüzü, yeryüzü,

O'nun yüzü pembeyse, kışlar ilkbaharsa, yazlar ilkbahar, güzler ilkbahar...

her şiirde anlatılan O'ysa... her filmin kahramanı O...

her roman O'ndan söz ediyor, her çiçek O'nu açıyorsa...

bir anlık ayrılık, bir ömür gibi geliyor ve gider gitmez

özlem saç diplerinizden çekiştirip beyninizi acıtıyorsa,

iştahınız kapanıyor, iştahınız açılıyor, iştahınız şaşırıyorsa...

iştahınız, hasret acısında bile karşı konulmaz bir tat buluyorsa...

eliniz telefonda yaşıyor, işaret parmağınızla ha bire O'nu tuşluyor, dara düştüğünüzde kapıyı çalanın

O olduğunu adınız gibi biliyorsanız... mütemadi bir sarhoşluk halinde, her çalan telefona O diye atlıyor, vitrindeki her giysiyi O'na yakıştırıyor, konuşan birini dinlerken "keşke O anlatsa" diye iç geçiriyorsanız...

kokusu burnunuzdan, sureti gözünüzden, sesi kulağınızdan, teni aklınızdan silinmiyorsa bir türlü...

özlemi, sol memenizin altında tek nüsha bir yasak yayın gibi taşıyorsanız gün boyu...

hem kimseler duymasın, hem cümle alem bilsin istiyorsanız...

O'nsuz geceler ıssız, sokaklar öksüzse... ayrılık ölüme,

vuslat sehere denkse...

gamze gamze tebessüm de onun içinse, alev alev öfke de;

bunca tavır, onca sabır ve nihayetsiz kahır hep O'nun yüzü suyu hürmetine...

uğruna ödenmeyecek bedel, gidilmeyecek yol, vazgeçilmeyecek konfor yoksa...

dışarıda yer yerinden oynuyor ve "içeri"de bu sizi zerrece ilgilendirmiyorsa, nedensiz küsüyor, sebepsiz affediyorsanız ve bütün bu hallerinize siz bile akıl erdiremiyorsanız kaybetme korkusu, kavuşma sevincinden ağır basıyorsa ve aşk, gurura baskın çıkıyorsa bu yüzden her daim... gece yarısı kadim bir dost gibi kucaklayan tanıdık bir şarkı,

bütün acı sözleri unutturmaya yetiyorsa...

Her gidişte ayaklarınız "Geri dön" diye yalpalıyorsa ve siz kendinize rağmen dönüyorsanız,

sınırsız, sabırsız, doyumsuz bir tutkuyla...

...o halde bugün sizin gününüz!..

"Çok yaşa"yın ve de "siz de görün"üz.

Can Dündar



10 Şubat 2008 Pazar

GÜNEŞİ ÇOCUKLARA YASAKLADILAR!...


Yaylalarda çocukların en önemli işi güneşi karşılamaktı. Sabahın en erken saatlerinde ve ayazında güneşi karşılayıp yaylaya getirmek. Çünkü;

Güneş sadece batıdaki kel tepelerin başına vururdu. Yaylanın içine girmesi saatler sürerdi.

Yol toprak, toprak çiçek kokardı. Otlar silkelenirdi çiyden. Gevenlerin altındaki yuvalarından keklikler fırlardı. Önümüzden arkamızdan bal toplamaya giden arılar uçardı. Üşüye üşüye ama yürürkende gittikçe ısınarak, güneşi yüksek tepenin doruklarına yakın bir yerde yakalardık. Güneşi yakaladığımız yerden bakardık yaylaya. Aşağıda hayat çoktan başlamış, sürülerin dağların yukarılarına çekilmiş, kadınlar yayıklarını indirmiş, çadırdaki ocakların önüne peynir yapmak üzere çoktan kazanlar konulmuş olurdu.

Otururken güneşin bağrına, güneş aşağı indikçe inerdik onunla birlikte. Çıkışımız kısa sürerdi ama inişimiz güneşin hızına eşitti. Güneş iner, biz inerdik. Otura otura, yürüye yürüye, dolaşa dolaşa, oyun oynaya oynaya…

Güneş oyuncağımız olurdu. Güneşi alır, yaylanın içine getirirdik.

Güneş yaylaya sıcaklık getirirdi.

Güneşi alıp getirdiğimiz için nede çok böbürlenirdik çocuk aklımızla…

Bunlar hep eskidendi. Çünkü 4 yıldır o yörelerde yaylaya çıkmak yasak. Artık çocuklar ısınmak için, güneşi karşılamaya gidemiyorlar…

“GÜNEŞİ ÇOCUKLARA YASAKLADILAR…”

22 Ocak 2008 Salı

ÇIÇEK VE SU



Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar. Bu durum ilk önceleri arkadaşlık olarak devam eder. Gel zaman git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki, mutluluktan içi içine sığmaz. Çiçek anlar ki suya aşık olmuştur. İlk kez aşık olan çiçek suyun hatırına etrafa güzel kokular saçar. Öyle zaman gelir ki su da, içinde çiçeğe karşı bir şeyler hissetmeye başlar. Çiçeğe aşık olduğunu zanneden suyun bu aşkla ilk tanışması, ilk hemhal olmasıdır.


Böylece günler ve aylar birbirini kovalar ve çiçek, "acaba su beni sevmiyor mu?" diye dertlenmeye başlar. Çünkü su pek ilgilenmez çiçekle. Halbuki çiçek alışkın değildir böyle bir sevgiye. Nihayetinde çiçek içindeki aşk fırtınasını itiraf eder ve suya aşkını ilân eder.Su, bunun üzerine cesarete gelip çiçeğe aşkını dile getirir. Aradan zaman geçer. Bu süreçte çiçek ve su, birbirlerini sevdiklerini tekrarlarlar. Fakat ortada garip bir durum vardır. Çiçeğin onca çabasına, sevgisini dillendirmesine, iştiyakına karşı, suyun tavrı, biraz nahoştur. Çünkü çiçek kadar aşkını dışlaştırmaz, tavrını ortaya koymaz. Çiçeğin aşkın hercü merci içinde suya aşkını biteviye tekrarlamasına karşın, suyun tavrı bu aşka sanki biraz kayıtsızdır. Hep çiçeğin aşk içerikli sözlerine "ben de, ben de" diye karşılık verir su. "Çiçek ise bekler de bekler. Öyle bir bekleyiştir ki sonunda çiçek aşkına serancamıyla ve bitimsiz bir bekleyişle koku saçamaz hale gelir. Nihayet çiçek son bir kez daha bütün gücüyle suya, "Seni seviyorum" diye aşkını tekrarlar. Su ise, çiçeğe karşı hoyratça "Söyledim ya ben de seni seviyorum" diye karşılık verir.


"Gün gelir çiçek hastalanarak yataklara düşer. Çiçeğin artık rengi solmuş, çehresi tamamen sararmıştır. Su da çiçeğin başında bekler ona yardımcı olmak için. Çiçek öleceğini anlamıştır ve bu demde son bir kez daha zorlanarak suya "seni ben gerçekten seviyorum" der. Su, çiçeğin bu tavrı karşısında çok hüzünlenir. Hemen harekete geçen su, çiçeği kontrol ettirmek amacıyla bir doktor çağırır. "Çiçeği güzelce muayene eden doktor, "hastanın durumu ümitsiz, artık elimizden bir şey gelmez" der. Su, sevgilisi çiçeğin ölümüne sebep olacak hastalığı merak eder ve doktora hastalığın nedenini sorar. Doktor, müstehzi bir edayla suya bakar ve der ki: "Çiçeğin hiç bir hastalığı yok dostum. Bu çiçek sadece susuz kalmış. Ölüm sebebi susuzluk." Su, anlar ki sevgiliye sadece, "seni seviyorum" demek yetmemiştir."


Netice itibariyle, hikayeden de anlaşılacağı üzere sevginin sadece dillendirilmesi yetmez. Sevginin uğruna fedakarlık gerekir, sevginin bedelini ödemek gerekir, sevgiyi yaşamak gerekir.


(Sevgili Dostum "Dönence" den...) saygılar...

20 Ocak 2008 Pazar

DOĞANIN İNTİKAMI...


Güneşle birlikte güne merhaba derken bir başkadır yüreğimizin sevdası, bir başkadır güne bakış açımız, hep yüreğimizde beklentiler vardır. Düşüncelerimizde ise yapabileceklerimiz veya yapamayacaklarımızın pişmanlığı, bir mücadelenin içine gireriz bütün gün boyu. tıpkı dün olduğu gibi veya yarın olacağı gibi sonra güneşle yarışımız bitmeye başlar. O yoksul bir dağın arkasında bir gecelik uykusuna çekilirken bizde kendi benliğimize çekiliriz. Sıcak veya soğuk bir odamızın köşesinde, bütün gün insanları yargılayan veya insanlar tarafından yargılanan bizler işte o andan itibaren tek başımıza yalnızca kendimizle mücadele etmeye başlarız. Aslında buna pek mücadele de denemez bu insanın kendini yargılaması olsa gerek veya pişmanlıklarından bahsetmesi gibi bir şey gecenin karanlığına veya onun sessizliğine. Hatta bazen bugün yapamadıklarımızı, bugün yaşantımıza getiremediğimiz şeyleri, yarın getirebilir miyiz yoksa yarından götürebilir miyiz diye bir ikilemenin içine düşer kalırız o noktada.

Ve yarın olur… güneş yine dünkü açtığı noktadan insanlara “Merhaba” diyip açarken yüzünü, bizler gece almış olduğumuz kararlarla yapacaklarımızdan son derece emin bir şekilde yeni bir güne merhaba demenin telaşı ile atılırken yollara kışın soğuğunda, baktığımızda dünden pek farklı görmeyiz kendimizi… dünkü biz bugün ki biz değişen hiçbir şey yok. Çevre aynı, düşünceler aynı, çünkü çirkinlik diz boyu insanlardaki yalnızlık tutkusu veya bunun doğurduğu korkular, bir başka bir başka dolu yaşantımızda bambaşka…

Ve işte o andan itibaren hep yüreğimizde bir korku kendimize karşı veya başkalarına karşı veya pişmanlıklarımıza karşı oluşan bir korku.. taa yıllar öncesine dayanan bir korku.
bilmem kaç bin sene önce doğayla büyük bir mutluluk içinde iç içe yaşayan biz insanlar bir müddet sonra hala anlamını çözemediğimiz bir şekilde doğayla savaşımız başladığı andan itibaren insan olmaktan uzak yalnızca insanlığın çirkin yönlerini taşıyarak atılmışız bu hayata geleceğin ne olduğunu hiçbir zaman düşünmeden

ve doğada bir noktadan itibaren boş durmamış. O da insanlardan intikam almaya başlamış. Zamanında çektiği acılardan ötürü oda düşmanca davranış içine girmiş;
önce sularını azaltmış insanlardan kıtlığı getirmiş, sonra güneşe bir kibrit daha çakmış alevlensin diye sanki o sıcağı hiç yetmezmiş gibi, tek tek ağaçları budamış fırtınalarıyla, en güzel fidanları sökmüş topraktan o muhteşem rüzgarlarıyla ve doğa emir vermiş denizin dalgalarına, vurun diye kıyılara, yıkın diye. Deniz bu kimseyi dinler mi ? ama doğayı dinlemiş işte. Fırtınalar doğmuş yüreğinde en kocaman en azgın dalgalarıyla kıyılara vurmuş tıpkı nankör bir sevgilinin yüreklere vurduğu acı gibi…

işte ogün bugün nankörlüğü yüreğinde taşıyanlar kendilerini, pişmanlık duyduklarında hep bir deniz kıyısına atarlar. Yanlarında ne sevdiği vardır, ne de o tertemiz düşünceleri… hepsi hepsi geride kalmıştır artık unutulmaya mahkum…

12 Ocak 2008 Cumartesi

ÖYKÜ VE BERK GÜRMAN

Son günlerde kafamı nereye çevirsem bir şarkı duyuyorum. “Evlerinin önü boyalı direk. Yerden yere vurdun sen beni felek” ve bu şarkıyı tango-flemenco-türkü tarzında seslendiren Öykü ve Berk Gürman kardeşler.

Öncelikle bu şarkıyı ben ilk nerden duydum ve nasıl dinledim onu anlatmak istiyorum. Bir çoğunuz bilir benim Adliyede çalıştığımı. Bundan yaklaşık 5-6 ay önce Adliyemize UYAP sistemini bize öğretmek amacı ile Ankaradan gelen sevgili öğretici arkadaşlarımızdan Mehmet Yorgancılar ın odasına her girişimizde son ses bu şarkı çalardı. Ve Mehmet her defasında Öykü nün ve sesinin çok güzel olduğundan bahsederdi. Bende kimmiş bu Öykü neyin nesiymiş diye merak ettim ve kısa bir araştırma yaptım sizler için.

Dilersiniz önce kimmiş bu güzel sesli Öykü ona bakalım.
4 Ağustos 1982 İstanbul doğumlu. Müzik eğitimine küçük yaşta piyano dersleri alarak başlayan. Özel Pera Güzel Sanatlar okulunun gitar kurslarına katılarak iki dönem Ilgaz Benekay ile Flamenco gitar çalışan 1997 yılında Pera Güzel Sanatlar lisesinde öğrenci olan Öykü, Cihat Aşkın dan keman dersleri alarak 2001 yılında mezun olan güzel bir kızcağız. Birde ikiz kardeşi Berk var tabi. Berk ise Bilgi Üniversitesi’nde ses mühendisliği eğitimi almış.

Herşey güzel de şöyle bir durum var. Youtube da amatörce yapılan ve amatör kamerayla çekilen Öykü daha güzeldi bence. defalarca izlediğim ve keyif aldığım bir klipti. Ancak tv de kliplerde izlediğim ve dinlediğim Öykü den aynı zevki ve tadı alamadım. tüm müzik marketlerde bangır bangır evlerinin önü boyalı direk türküsü çalınırken içimden geçen cümle ise; 'yahu ne kadar çok detone oluyor, nasıl farketmemişim'...!

Ama hala aranızda bu şarkıyı dinlemeyenler varsa (ki sanmıyorum) bence youtube deki ilk versiyonunu dinleyin. Daha fazla keyif alacağınızdan eminim efendim. Saygılar…

işte şarkının amatör ilk versiyonu...