Ne kaldı yaşamın buruk tadından geriye? Yıllar önce farkına vardığımız burukluğundan geriye yaşamın ne kaldı?
Mahzun bakışlarımızdan... Mağrur yürüyüşümüzden... Hava teoremimizden… Yaşamı tanımamışlığımızdan... Kıyısında olduğumuzdan gerçeğin... Acemiliğimizden... Yağmurda söylediğimiz eski zaman şarkılarından... Cesurca iç çekişlerimizden... Otobüs yolculuklarından... Şiirlerimizden... Bitmemecesine bunalımlarımızdan... Bunalmışlığımızı erdem saydığımız gecelerimizden... Kahve fişlerimizden... Bir sigara dumanında yitirdiğimiz değerlerimizden... Samimiyetimizden... Sılayı anlatan bir türkünün yanağımıza bıraktığı tuzlu su damlacığından... Soğukta titreyen ellerimizle sımsıkı sarıldığımız arkadaşlığımızdan... İnanmışlığımızdan... Savrulmuşluğumuzdan... Boylu boyunca yatan gençliğimizden... Ve hepsinden acıklısı Aşklarımızdan... Bitesiye aşklarımızdan... Hüzünlü akşam üstlerimizden... Amaçsız, ölesiye sevmelerimizden... Hayran olduğumuz uzak gülüşlerimizden... Yalnızca bize ait olduğunu sandığımız ödün vermişliğimizden...Ve sabahlarımızdan... Bitmez tükenmez ikilemlerimizden... Bastırmaya çalıştığımız ama bastıramadığımız yasak duygularımızdan...
Ne kaldı geriye?
Bir tutam yalnızlık mı?
Hayatın kaybolmuşluğu ve sıradanlığı içinde ara sıra yad ettiğimiz nostaljik anılar mı?
Yada eski bir dostla kurulan “neydi o günler” muhabbetine malzeme yaptığımız bir iki anı mı?
Yoksa yüreğimizin derinliklerinde bir yerde bizi sürekli olarak kemiren, varlığının farkında olduğumuz ama görmezlikten geldiğimiz cılız haykırışlar mı?
Geriden gelenlere attığımız –pişkin abla, ağabey nutukları- mı? iki ayağı yere basan olgunlaşmış bizlerin, yaşam felsefemizin saç ayağını oluşturan geçmiş tecrübesi mi?
Suçluluk duygusu mu?
Üzerimizde hissetmeye alıştığımız o alçaltıcı bakışlar mı?
Yoksa geriye baktığımızda su gibi akmış yıllara dayalı koskoca bir HİÇ! mi?