29 Eylül 2007 Cumartesi

ARTIK YASAK İSTEMİYORUZ...


Artık başörtüsüyle ilgili haberleri okumak istemiyorum Yıllardır çözülemeyen sorun, zihinleri yordu, bizleri yordu.

35 yıllık geçmişi olan yasağı bireysel özgürlükler alanında yaşanan sıkıntıların sebebi Osmanlı’dan beri devam eden modernleşme krizidir aslında. Başörtüsü yasağı, tıpkı Alevilik, Ermeni soykırımı ve Kürt meselesi gibi önemsiz bir tartışma. Sorunların nedeni ‘vatandaş’ tanımının ülke topraklarında yaşayan herkesi içine almaması. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ‘Türk ve laik’ olur dediğinizde kapsam dışında kalanlar sorun olmaya başlar.

Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayıp Cumhuriyet’le devam eden süre boyunca kadının görünümü modernlik ölçüsü kabul ediliyor. Kadın tanımlanması ve dönüştürülmesi gereken bir nesne olarak ele alınıyor. Bu sebeple nasıl göründüğü hep önemli bir mesele olarak kalıyor.
Modernleşme çabaları içerisinde 1940’larda karşı olunan çarşaf, benimsetilmeye çalışılan ise manto ve başörtüsüydü. 80’lerde başörtülülerin sayısından rahatsızlık duyulmaya başlanınca da aralarındaki fark tarif edilmeden başörtüsünün karşısına ‘türban’ çıkarıldı. Kısa bir süre sonra bu kez türban siyasal İslam’ın sembolü sayılarak kamusal hayattan dışlandı.

Bu gelişmelerin en bariz belirtisi de üniversitelerde ortaya çıktı. İlk olarak 1967 yılında Ankara Üniversitesi’nde uygulanmaya başlanan başörtüsü yasağı. o günden sonra bir daha gündemden düşmedi malesef. Yine ilk örnekleri o yıllarda görülen bir diğer husus yasak konusunda ortaya çıkan yorum farkları.

1983 yılında iktidara gelen ve başörtüsü yasağının karşısında yer alan Anavatan Partisi (ANAP) iktidarı döneminde başörtüsü hakkında o güne kadar olduğundan çok daha fazla yasal düzenleme yapılıyor. Yine bu dönemde başörtüsü, önce türbana, sonra da irticai faaliyetlerin ve siyasal İslam’ın simgesine dönüşüyor. Hukuki süreç de bu varsayım üzerinden ilerliyor. Danıştay’ın 13 Aralık 1984’te aldığı kararda, başörtüsünün siyasi emellere alet edildiği, bu nedenle üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağının doğru olduğu ifade ediliyor. Böylece o güne kadar sadece siyasilerin irtica suçlamaları ile gündeme taşınan başörtüsü yasağı, mahkeme kararı ile de tescil edilmiş oluyor.

Ancak Yüksek Öğretim Kurulu’nun (YÖK) uygulamasını okul yönetimlerine bıraktığı yasak konusunda hem üniversitelerde hem de mahkeme kararlarında yorum farkları kendini gösteriyor. Danıştay kararına karşı Ankara 6. Sulh Ceza Mahkemesi, 1986 yılında ‘müessese içinde türban ile bulunmanın Anayasa, Kıyafet Kanunu ve YÖK kararına göre normal ve tabii oluğu’ hükmünü açıklıyor.

Yaklaşık 35 yıldır üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağı, Anayasa ve yasalarda yer almıyor. Şu anda yüksek öğretim kurumlarındaki kılık kıyafete yönelik tek düzenleme, Yüksek Öğrenim Kanunu’nun ek 17’nci maddesi.”

maddenin açılımı: Kanunlara aykırı olmadığı sürece üniversitelerde kılık kıyafet serbesttir. “Başörtüsünü yasaklayan herhangi bir kanun olmadığı için de uygulama yasalara aykırı. Açıkça görülen gerçeğe rağmen yaşananlar, ikiyüzlü bir tavrı ortaya koyuyor.

Tüm bunların sonucunda bu başörtüsü meselesinin bir siyaset tartışması haline getirilmesidir. Bu siyasi bir tartışma ve yasağı savunanlar siyasi gerekçeler öne sürüyor. Ama maalesef İslami kesim bu tartışmadan kaçıyor. Siyaset yapmak yerine sorunu anayasal din ve vicdan özgürlüğü üzerinden çözmeye çalışıyor. Anayasa’nın başlangıç hükümleri ve 5’inci maddesinin arkasına sığınan uygulayıcılara karşı 24 ve 42’inci maddelerden yani eğitim ve fırsat eşitliğinden söz etmenin bir manası yok.

Mevcut durumu iki taraf açısından değerlendirdiğimde, yasağı uygulayanlarla yasağa karşı çıkanların aynı dili konuşmadığı kanaatindeyim. Neden mi? Bir tarafın türban diye tanımladığı şeye öteki başörtüsü diyor. Biri, laik sistemi yıkma niyetini ortaya koyan bir sembol olarak algılarken diğeri ‘hayır inandığım için örtüyorum başımı’ diyor. Karşı taraf ‘yasak’, muhatapları ‘hayır anayasal hakkımızdır’ diyor. Ve bir türlü meselenin esası üzerine konuşmaları mümkün olmuyor.

Artık yeter diyorum ve artık gerçekten bu soruna bir çözüm bulunmasını ve bu mağduriyetten kurtulmak istiyoruz…
Saygılar…

18 Eylül 2007 Salı

ADALET "KÖLELERİ"


Aylık gelirleri açlık sınırında bulunan adliye çalışanlarının, temel ve zorunlu insani ihtiyaçlar olan yiyecek, giyecek ve barınma giderlerini karşılayabilmeleri olanaksız

09/09/2007 – Radikal Gazetesi

KEMAL ŞAHİN (Arşivi)
Yargıç - Kazan Adliyesi

6 Eylül 2007 sabahı, yorgun, çetin ve adalet açısından oldukça kurak bir adli yılı geride bırakarak yeni bir adli yıla girdik. Yeni bir adli yıla girerken toplumdaki her bireyin adalete, hukuka ve yargıya dair bir temennisinin olması doğal. Her temenni de aslında bir derdin olduğuna işaret. Yeni adli yıla girerken benim de yargıya dair temennilerim, ağrılarım, sancılarım ve dertlerim var. Ancak benim bugünkü derdim, yargının niçin bağımsız olamadığı sorunu değil. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun adalet kavramıyla bağdaşmayan oluşumu da değil. Ya da Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun kararlarının yargı denetimine kapalı oluşu da değil. Hatta Bangalore Yargı Etiği İlkeleri'nin yargıçlarca, Budapeşte İlkeleri'nin savcılarca, Havana İlkeleri'nin avukatlarca niçin içselleştirilemediği de değil. Bugün kendime şunu dert edindim: Adalet hizmetlerinin yerine getirildiği "Adalet Sarayları"nın içindeki sultanların haricindekilerinin oluşturduğu ve yazı işleri müdürü, zabıt kâtibi, mübaşir, hizmetli ve şoför olarak adlandırılan adalet saraylarının kölelerini. Yani adalet saraylarında adaletin tecelli etmesi için çırpınan kölelere reva görülen nedir? Yargıcın ve savcının eli, kolu ve gözü olarak da algılanan adalet çalışanlarının durumu nedir?





Açlık sınırındaki köleler
Türkiye Kamu Sen'in açıklamasına göre, Temmuz 2007 itibarıyla çalışan bir kişinin açlık sınırı 862,68 YTL, yoksulluk sınırı 1,135,74 YTL, dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı ise 2,247,12 YTL idi. Aynı ay itibarıyla adalet hizmetlerinin yürütülmesinin vazgeçilmezleri olan bir yazı işleri müdürünün aylık maaşı 1,199,00 YTL, bir zabıt kâtibinin 717,00 YTL, bir mübaşir, hizmetli ya da şoförün 792,00 YTL idi. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nda mesai saatleri düzenlenmesine rağmen, mesai saatleri haricinde gönüllülük esasına dayanmaksızın akşamları ve haftasonları çalıştırılmak zorunda bırakılan adliye çalışanlarının bir aylık azami mesai ücreti de 126,00 YTL. Buna göre aylık gelirleri açlık sınırında bulunan adliye çalışanlarının, temel ve zorunlu insani ihtiyaçlar olan yiyecek, giyecek ve barınma giderlerini karşılayabilmeleri olanaksız. Yani adalet saraylarının köleleri mutlak yoksulluğu doya doya yaşıyor. Yıllardan beri adalet çalışanlarına yönelik iyileştirme çalışmalarının devam ettiği yetkililerce müjdelenir ama nedense adalet çalışanları açlık sınırından bir türlü kurtulamazlar. İyileştirme çalışmaları hiçbir zaman sonlanmaz. Şair Özdemir Asaf'ın "Düzelecek dediler, yirmi yıl geçti/Açan arayı daha da açtı/Bugün sordum düzelecek deyorlar/Gemi de gemiymiş hani, yolcu da yolcu" söylemindeki gibi umutsuz süreç devam ediyor. Hakkın yerini bulması için gecesini gündüzüne katan adalet çalışanlarının hayat seviyesini yükseltmek, insani bir şekilde yaşamalarını sağlamak ve hiç olmazsa açlık sınırından uzaklaştırmak devlete yüklenen anayasal bir yükümlülük değil midir?


Adaletin mobbing mağdurları
Yoğun bir iş yükü ve stres altında görevlerini büyük bir özveriyle yerine getiren adalet çalışanları, tüm kamu kurumlarındaki çalışanlardan daha güvencesiz. Mesela, canınız her istediğinde adliye içerisinde görev yerlerini değiştirebileceğiniz gibi, bir başka adliyeye de gönderebilirsiniz. Ya da adliye çalışanı başka bir adliyeye tayin isterse, personel yetersizliğini gerekçe göstererek izin vermezsiniz. Adliye çalışanı hakkını arama yoluna başvurduğunda hemen bir disiplin soruşturması açarsınız, hem de azarlama ve aşağılamayla birlikte. Hatta adliye çalışanını karşınıza alarak, "Dışarıda binlerce üniversite mezunu senin yerinde olmak için can atıyor, adliyede çalışmak herkese nasip olmaz, adliyede çalışmak bir onurdur. Kimse seni buraya zincirle bağlamadı, ya severek çalışırsın ya da ayrılırsın" dersiniz. Ülkemin ulusal parolası da "Ya sev ya da terk et" değil mi? Bu manzarayla karşılaşan ve önü yoksulluğun simgesi değişik renkteki düğmelerle ilikli adalet çalışanının izleyeceği iki yol bulunuyor. Ya "Haklısınız efendim" diyecek ya da hakkını aramada ısrar edecek. Çoğunlukla adalet çalışanı birinci seçeneği tercih eder. Çünkü ikinci seçeneğin riskli olduğunun bilincindedir. Bilir ki, tüm kurumlarda çalışanların yargılanmaları izne tabi iken, adalet çalışanlarının yargılanmaları izne tabi değildir. Dahası sanık sandalyesine oturtulması da gayet basittir. Sürekli işini kaybedebileceği tehdidi altındadır.

Motivasyon "Bir insanın bir işin başarılması, bir görevin yapılması konusunda kendisini ikna edecek maddi ve manevi nedenleri bulabilmesi" olarak tarif edildiğinde sefalet, çaresizlik, bitkinlik ve bezginlik içerisindeki adalet çalışanlarının motivasyonundan söz edebilir miyiz? Maddi ve manevi çöküntü ve işkence altında çalışan adalet çalışanlarından sağlıklı ve verimli hizmet beklemek hayaldir. Şunu da belirtmeliyim ki, "mobbing" (işyerinde çalışanlara uygulanan maddi ve manevi işkence) üzerine inceleme ve araştırma yapmak isteyenler için adalet çalışanlarının çok verimli bir malzeme olduğu kanısındayım. Ama "mobbing" üzerine çalışamalar yapan Şaban Çobanoğlu ve Pınar Titiz'in eserlerinde sektörel bazda mobbing mağdurlarının incelendiğini, ancak adalet sektöründe çalışanlara hiç değinilmediğini görmek beni epey şaşırttı. Herhalde yazarlar adalet sektöründe bir nevi adaletsizliği çağrıştıran "mobbing" mağdurları olabileceğini hayal dahi edememiş olsa gerek. Oysa ki, adalet çalışanları ülkemin gerçek "mobbing" mağdurlarıdır.
Adalet Saraylarının kölelerini ya da adalet sektöründeki "mobbing" mağdurlarını sefalet ve çaresizlik içerisinde her gördüğümde, Şair Özdemir Asaf'ın "Bütün çizgileri yüzümün / Hüzün / Şayet yoksa, acaba yoksa / Benim yüzümün / Güldüğümün / Benim yüzümün / Görüntüsünün / Bu çağda, bu çevrede / İyilik dikenleriyle açmış / İnsan çiçeklerinin / Ortamında / Benim yüzümün / Savunan çizgileriyle / Kırışmış görüntüsünün / Ne kadar acı / Durun ve vurun / Ama düşünün" şiirini içlerinden yüzüme karşı okudukları hissine kapılırım ve utanç duyarım. Her ay başında da maaş çizelgesi gözlerimin içine sokulduğunda, benim maaşımın beşte biri kadar maaş aldıklarını görünce bu utancım gittikçe büyür, ben ise küçülürüm.

Ey ülkemin yetkilileri ve sorumluları size sesleniyorum: Bugüne kadar yetersiz iyi niyetlerle işe koyulduğunuzdandır ki, adalet çalışanlarının durumu günden güne kötüye gitti. Artık yeterli iyi niyetle hareket ederek, siz utanç duymasanız da, beni bu utançtan kurtarın lütfen!

12 Eylül 2007 Çarşamba

HOŞGELDİN RAMAZAN


İşte bereket ayı olan Ramazan geldi. Artık Allah'ın rahmeti sizi kuşatır. Bu ay, yeryüzüne bol bol rahmet iner. Günahlar affedilir. Dualar kabul olunur. Allah sizin iyilik ve ibadette yarışmanıza bakar da, bununla meleklerine karşı iftihar eder. Öyle ise kulluğunuzla kendinizi Allah'a sevdirin. Asıl bedbaht olan da, bu ayda Allah'ın rahmetinden nasibini alamayandır.

Ve güzel ülkemde maalesef ramazan ayında yine toklar tokları ağırlayacak
ve açlar gene aç kalacak,
İftar çadırları kurulacak ama insanlar yine kuyruklarda beklemek zorunda kalacaklar..
Açlar yine aç kalacaklar toklar zaten hep tok…

Ramazan ayı Ruhun eteğinden çeker, biraz da bu tarafa bu tarafa! ikazında bulunur. Cismin derece-i hayatından çık da biraz kalbine bak! ölüm sonrası geleceğini düşün! uyarısında bulunur, uyandırır insanı, fırsatı kaçırma şu altın kapıyı tıklat! der ve bunun platformunu hazırlar.

İnsanlar sene boyunca katılaşan iç dünyalarını yumuşatma billurlaştırma imkanını yakalar, ruhlarında birikmiş günah, is, pas ve kirlerinden de arınma zeminini bulurlar bu mübarek ayda..

Oruç sayesinde sahip olduğumuz nimetlerin kıymetini daha iyi anlıyoruz. Yaz günlerinde oruç tutan bir kimse için, soğuk bir bardak su ne kadar kıymetli bir nimetdir. Akşama doğru bir kase çorbanın bir parça kuru ekmeğin ne kadar büyük bir nimet olduğunu ancak oruçlu olan bir kimse daha iyi anlar.

Açın halinden yine açlar anlar toklar zaten hep tok… .

Yinede güzeldir ramazan ayları, insana huzur verir, bereket getirir, hele iftar vakti geldiğinde aceleyle evlerine koşuşturan insanlar, iftar sofrasında ezanın okunmasını bekleyenler, ramazanda çıkan ve susamlarına bayıldığım sıcacık ramazan pideleri, sahurda ramazan davulcularının çaldığı davul sesleri ve maniler, bunların hepsi ayrı bir huzur verir insana…

Onbir ayın sultanı, Ya şehri RAMAZAN, Hoş geldin…





9 Eylül 2007 Pazar

BİR BARDAK DEMLİ ÇAY...


Sizde hayatınızın önemli kısmında bu büyülü sıvıyı içmişseniz.
Sabah uyanır uyanmaz düşüyorsa aklınıza, sigaranızın dumanı bile özlemekte ise onu.
İnce bel denilince başka şey düşünemez oluyorsanız, tavşan kanı dediğinizde dönüyorsa başınız .

Söyleyin bakalım çay nasıl YAPILIR?

Efendim geçen gün kendi elceğizlerimle evde bir çay demledim ama gelin görün ki başta sevgili annem olmak üzere çay tiryakisi olan ailemin diğer fertleri yaptığım çayı beğenmediler.

Aman sakın beceriksiz olduğumu düşünmeyin hemen. Güzel çay yaparım aslında ben ama o gün nedense, artık çayından mı, suyundan mı güzel olmadı işte. Birde üstüne çayın güzel olmamış Nihal denilince bende oturdum bilgisayarımın başına ve başladım nasıl güzel çay demlenir araştırmaya ve bulmuş olduğum bazı çay demleme tekniklerini sizinle paylaşmak istedim. Hani gün olur sizinde çayınız beğenilmezse birileri tarafından üzülmeyin bir göz atın bakalım…

  • Çay, nem ve harici kokulardan etkilenmeyecek şekilde kapalı ambalajda muhafaza edilmeli.
  • Çay iyi su ile yapılır. Kireçli, madenli, klorlu su ile çay olmaz Çayın suyu mutlaka yumuşak huylu, kireç sertliğinden uzak, tatlı bir su olmalı.
  • Porselen demlik tercih edilmeli. Madenî, hele alüminyum demlikte iyi çay olmaz.
  • Demlik önceden ısıtılmalı.
  • Temiz demlik içine beher bardak için bir çay kaşığı dolusu çay konularak ılık su ile yıkanmalı.
  • Su tam kaynama noktasında iken hemen alınıp demliğe aktarılmamalıdır.
  • Demliğe aktarılırken, kaynamanın durması, 100 C'den birkaç derece aşağı sıcaklıkta olmasına dikkat edilmelidir.
  • Çaydanlıkta kaynar suyun ateşi kısılarak demlik çaydanlığın üzerine oturtulmalı ve dem kaynatılmamalıdır.
  • Demleme esnasında demliğin üzereine temiz bir bez konulmalıdır.
  • Demliğin ağzı alüminyum folyo ile huni şeklinde kapatılmalıdır.
  • Demleme esnasında demlik katti surette sallanmamalıdır.
  • Çayın demlenme süresi yabancı çaylarda 5-7 dakika Türk çaylarında 10-15 dakika olmalıdır.
  • Demleme müddeti çayın cinsine ve içenin zevkine göre değişir, aromanın tam elde edilmesi için bu süre Türk çaylarında 20-25 dakikaya kadar çıkartılır, yabancı çaylarda ise 10-15 dakikayı aşmamalıdır.
  • Demlenmeden sonra, dem ile posa birbirinden ayrılmalıdır. Dem porselen bir kaba aktarılmalıdır.
  • Demlenen çay yarım saat içinde içilmelidir.

İstanbul'un en iyi semt kahvehanelerinden biri Erol Taş Kahvesi'nin 15 yıllık çaycısı Hasan Yıldız, "İyi bir çay için çinko demlik tercih edilmeli. Küçük demlikler daha iyi sonuç veriyor. Çaydanlığın kireçli olmamasına da dikkat etmek gerekiyor" diyor. 75 YTL'ye bir bardak çayın satıldığı ünlü kahvehanenin ünlü çaycısı şunları anlatıyor "Çayı kaynar su üzerine bırakıyoruz. Böylece çay daha iyi demleniyor. Suyun devamlı kaynaması gerekiyor. Musluk suyu yerine, kaliteli su kullanıyoruz. Çay, yirmi dakikada hazır hale geliyor. Bu yöntemle 2 su bardağı çaydan, 20 kişilik çay çıkıyor."

Rizeliler Lokali Başkanı Hayati Aksu da iyi bir çay demlemenin sırrını şöyle açıklıyor: "Porselen demlik veya bakır demlik kullanılmalı. Eğer bunlar yoksa alüminyum demlik tercih edilmeli. Çelik çaydanlıkta çay iyi olmaz. Su 110 derecede kaynatıldıktan sonra üzerine çay ilave edilir. 110 derecedeki buhar üzerinde çayı 20 dakika bekleteceksiniz. Çayın suda çökmesi mutlaka beklenmeli. Kullanılan çay da çok önemlidir. Harmana gerek yok. Kaçak çay da asla kullanılmamalı. Çünkü Suriye'den gelen çay bizim damak zevkimize uymuyor. Bu çay tat vermez sadece rengini koyulaştırır. İçinde ne olduğu belli değildir."

35 yıllık çaycı Mehmet Kaya ise çayın daha lezzetli olabilmesi için şu ipuçlarını veriyor: "Çay, porselen demlikte pişirilmeli. Çünkü bu demlikler, daha yavaş ısındığından çayı daha iyi pişirir. Ayrıca iyi su kullanılmalı. Kireçli suyla yapılan çay hiçbir işe yaramaz. Gerçek çay tiryakileri ince belli, çayın tavşan kanı rengini gösteren bardakları tercih ediyor."

Evet bunlar tabi yılların çaycıları, şimdi kalkın hemen birde bu yazılanlardaki tarife göre çay demleyin bakalım hangisi daha güzel oluyor. Ben bazı önerilere kulak asmadım ama bazılarını denedim.

Benim çayım güzel olur efendim. İnanmayanlar buyursun gelsinler ve içsinler bir bardak demli çayımı :)
Saygılar…

7 Eylül 2007 Cuma

ÖZLÜYORUM...


Özlersin söyleyemezsin...
Özlersin göremezsin...
Özlersin konuşamazsın...

Gözlerin dolar, için acır, kalbin ağrır...

Çok özlersin ama bilirsin onun haberi olmaz bu özlemden. Ama bilirsin oda seni özlüyordur. onunda gözleri dolar ve onunda kalbi ağrır... Göremezsin, duyamazsın, söyleyemezsin ama Hissedersin...

Söyleyemezsin çünkü uzaktadır...
Aslında yakındır ama bir okadar uzak... uzaktır ama bir o kadar yakın...

Bazı aşklar vardır, hani imkansız olan... düşlerindeki insandır aslında O... Düş kentinde yaşattığın insan...

Ama düş ya bu tam dokunacakken uyandırılırsın...
Düşünüp düşünden ayrı kalırsın sonra...
Uyandırılırsın ama için acımaya devam eder...

Özlersin...
Görmek istersin ama göremezsin...
Sarılmak istersin ama sarılamazsın...

o kadar zordur ki bir insanı sevipte ona ulaşamamak, imkansız olduğunu bile bile sevmek...

Dedim ya içim acıyor...
Acıyor ama kimse görmüyor...
Ve çığlıklarımı kimse duymuyor...

Özlüyorum söyleyemiyorum...
Özlüyorum göremiyorum...
Ve Özlüyorum konuşamıyorum...

Özlemeyi bile özlüyorum artık
Özlemeye değer ne kaldıysa...

ve Sibel Alaş ın adam şarkısının sözleri aslında tamda şuandaki ruh halimi açıklıyor..

ADAM

Sevipte söyleyemediğim şarkılar var
Bir dizesini asla hatırlayamadığım şiirler
Keşke,keşke o ben olsaydım dediğim hikaye kadınları
Düşlerim var...
Uyandığımda yalnızca başını hatırladığım,
Ve asla sonuna kadar görmeyi beceremediğim
Bir adam var düşümde,tam dokunacakken uyandırıldığım
Bir adam,sonumuzun ne olacağını hiç öğrenemediğim
Düşümde bir adam var,benim mi bilemediğim
Bir adam var diyorum,düşünüp düşümden ayrı kaldığım...

Durup da söyleyemediğim bir adımsa
Gizli kapaklı
Sevda türküleri tuttursam da ben
Telli duvaklı

Yanıma korlar mı adam seni
Koparıp acıtmazlar mı beni
Nafile yanar elim dudağım
Seni bana yar ederler mi
Seni bana yar ederler mi

Yağmur bulutu unutursa
Dalında çiçeği kurutursa
Yar benden utanırsa
Düşündüm düşümden ayrı kaldım


buda şarkının klibi

3 Eylül 2007 Pazartesi

Bugünün İşini Yarına Bırakmayın!!!

Bugünün işini yarına bırakma. Bu sözü geçmişten bu yana biliriz ve sıklıkla duyarız. Peki bırakırsak ne olur? Birçok kez birşey olmaz canım ne olacak sanki, yarın yaparım işte deriz ve bir bakarız ertelene ertelene işler çığrından çıkma noktasına gelmiş.

Bu şimdi nerden aklına geldi, biz bunları zaten biliyoruz diye düşünebilirsiniz. Bildiğinizi biliyorum, bende biliyordum tüm bunarı ama yinede şu günlerde yarına bıraktığım işlerin cezasını çekiyorum.

Şu sıcak yaz günlerinde ders çalışıyorum. Neden??? Çünkü zamanında tembellik edip hep yarına bıraktığım için. Türk halkı olarak zaten tembel bir topluma sahibiz. Yanlış anlaşılmasın bu tembellik bilgisizlik anlamında değil...

Okul hayatında, iş hayatında, günlük hayatta ve en önemlisi de özel hayatta hemen hemen hergün yaptığımız şey aslında bu.


Özelliklede özel hayatta anı yaşayın ve asla sevgileri, aşkları yarına ertelemeyin... Hayatı ıskalamayın, hayatı ertelemeyin...

Hiçbir zaman bir şeyi özel bir durum için saklamayın. Zira yaşadığımız hergün zaten özel.. Lügatınızdan "Belki birgün" veya "günün birinde" gibi kelimeleri çıkarın ve sevdiklerinize onları ne kadar çok sevdiğinizi söylemeyi ertelemeyin. Özel bir şeyi hayatınıza güzel bir gülümseme getirecek özel birgün için ayırmayın, saklamayın. Çünkü hergün, her saniye ve her dakika özel...

Pişmanlıklar, keşkeler yaşamamak için bugünün, şu anın değerini çok iyi bilmek gerekiyor ve bir işi ne olursa olsun zamanında yapmak gerekiyor. Yoksa benim gibi caaanım tatilinizi ders çalışmak yada ertelediğiniz işi yapmak zorunda kalarak geçirebilirsiniz.

Bu arada ne dersi diye düşünenler olabilir. Açıköğretim işletme bütünleme sınavları. Gerçi bunlar hem çalışıp hem okumanın cilveleri ama cefa çekilmeden sefa sürülmüyor değil mi?

İşte şu günlerde yoğun bir şekilde ders çalıştığım için blog sayfamada fazla zaman ayıramıyorum. Gerçi bu kezde yazı yazmayı erteliyorum ama napalım...

Ve yazımı Hz. Ali' nin şu sözü ile noktalıyorum;
"Yapman gereken hayırlı, yararlı işleri yarına bırakma,
Bakarsın yarın olurda sen olmazsın."