35 yıllık geçmişi olan yasağı bireysel özgürlükler alanında yaşanan sıkıntıların sebebi Osmanlı’dan beri devam eden modernleşme krizidir aslında. Başörtüsü yasağı, tıpkı Alevilik, Ermeni soykırımı ve Kürt meselesi gibi önemsiz bir tartışma. Sorunların nedeni ‘vatandaş’ tanımının ülke topraklarında yaşayan herkesi içine almaması. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ‘Türk ve laik’ olur dediğinizde kapsam dışında kalanlar sorun olmaya başlar.
Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayıp Cumhuriyet’le devam eden süre boyunca kadının görünümü modernlik ölçüsü kabul ediliyor. Kadın tanımlanması ve dönüştürülmesi gereken bir nesne olarak ele alınıyor. Bu sebeple nasıl göründüğü hep önemli bir mesele olarak kalıyor.
Modernleşme çabaları içerisinde 1940’larda karşı olunan çarşaf, benimsetilmeye çalışılan ise manto ve başörtüsüydü. 80’lerde başörtülülerin sayısından rahatsızlık duyulmaya başlanınca da aralarındaki fark tarif edilmeden başörtüsünün karşısına ‘türban’ çıkarıldı. Kısa bir süre sonra bu kez türban siyasal İslam’ın sembolü sayılarak kamusal hayattan dışlandı.
Bu gelişmelerin en bariz belirtisi de üniversitelerde ortaya çıktı. İlk olarak 1967 yılında Ankara Üniversitesi’nde uygulanmaya başlanan başörtüsü yasağı. o günden sonra bir daha gündemden düşmedi malesef. Yine ilk örnekleri o yıllarda görülen bir diğer husus yasak konusunda ortaya çıkan yorum farkları.
1983 yılında iktidara gelen ve başörtüsü yasağının karşısında yer alan Anavatan Partisi (ANAP) iktidarı döneminde başörtüsü hakkında o güne kadar olduğundan çok daha fazla yasal düzenleme yapılıyor. Yine bu dönemde başörtüsü, önce türbana, sonra da irticai faaliyetlerin ve siyasal İslam’ın simgesine dönüşüyor. Hukuki süreç de bu varsayım üzerinden ilerliyor. Danıştay’ın 13 Aralık 1984’te aldığı kararda, başörtüsünün siyasi emellere alet edildiği, bu nedenle üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağının doğru olduğu ifade ediliyor. Böylece o güne kadar sadece siyasilerin irtica suçlamaları ile gündeme taşınan başörtüsü yasağı, mahkeme kararı ile de tescil edilmiş oluyor.
Ancak Yüksek Öğretim Kurulu’nun (YÖK) uygulamasını okul yönetimlerine bıraktığı yasak konusunda hem üniversitelerde hem de mahkeme kararlarında yorum farkları kendini gösteriyor. Danıştay kararına karşı Ankara 6. Sulh Ceza Mahkemesi, 1986 yılında ‘müessese içinde türban ile bulunmanın Anayasa, Kıyafet Kanunu ve YÖK kararına göre normal ve tabii oluğu’ hükmünü açıklıyor.
Yaklaşık 35 yıldır üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağı, Anayasa ve yasalarda yer almıyor. Şu anda yüksek öğretim kurumlarındaki kılık kıyafete yönelik tek düzenleme, Yüksek Öğrenim Kanunu’nun ek 17’nci maddesi.”
maddenin açılımı: Kanunlara aykırı olmadığı sürece üniversitelerde kılık kıyafet serbesttir. “Başörtüsünü yasaklayan herhangi bir kanun olmadığı için de uygulama yasalara aykırı. Açıkça görülen gerçeğe rağmen yaşananlar, ikiyüzlü bir tavrı ortaya koyuyor.
Tüm bunların sonucunda bu başörtüsü meselesinin bir siyaset tartışması haline getirilmesidir. Bu siyasi bir tartışma ve yasağı savunanlar siyasi gerekçeler öne sürüyor. Ama maalesef İslami kesim bu tartışmadan kaçıyor. Siyaset yapmak yerine sorunu anayasal din ve vicdan özgürlüğü üzerinden çözmeye çalışıyor. Anayasa’nın başlangıç hükümleri ve 5’inci maddesinin arkasına sığınan uygulayıcılara karşı 24 ve 42’inci maddelerden yani eğitim ve fırsat eşitliğinden söz etmenin bir manası yok.
Mevcut durumu iki taraf açısından değerlendirdiğimde, yasağı uygulayanlarla yasağa karşı çıkanların aynı dili konuşmadığı kanaatindeyim. Neden mi? Bir tarafın türban diye tanımladığı şeye öteki başörtüsü diyor. Biri, laik sistemi yıkma niyetini ortaya koyan bir sembol olarak algılarken diğeri ‘hayır inandığım için örtüyorum başımı’ diyor. Karşı taraf ‘yasak’, muhatapları ‘hayır anayasal hakkımızdır’ diyor. Ve bir türlü meselenin esası üzerine konuşmaları mümkün olmuyor.
Artık yeter diyorum ve artık gerçekten bu soruna bir çözüm bulunmasını ve bu mağduriyetten kurtulmak istiyoruz…
Saygılar…