19 Nisan 2008 Cumartesi

BEN BİR ZABIT KATİBİYİM


Bir zabıt katibi arkadaşımızın kaleminden dökülmüş, zabıt katipliğinin zorluklarından ve sıkıntılarından bahseden bu yazıyı sizlerle de paylaşmak istedim. Her işin zorlukları vardır mutlaka ama hem bu kadar yoğun çalışıp hem de memurların içinde en az maaş alan zabıt katiplerinin artık hakkettiklerini almasını istiyoruz gerçekten.

Parmaklarına sağlık arkadaşım. Güzel yazmışsın yazmasına ama ADALET dağıtan bir kurumdaki bu ADALETSİZLİĞİ ne zaman görecekler bilemiyorum…

Saygılar…

BEN BİR ZABIT KATİBİYİM,

Görevim zabıt yazmak.
Görevim;
gerçek yaşamları,
acıları,
yalanları, dolanları,
olanları olmayanları,
senaryoları,
perde arkalarını,
yürek sızılarını,
dört duvar aralarını,
insanı insan olmaktan çıkaran içsel canavarlarını,
hatalarını,
gözyaşlarını,
pişmanlıklarını,
çaresizliklerini,
çare umutlarının yüzlerine yansıyışlarını,
özgürlük özlemlerini,
tükenmişlik hikayelerini,
yaşama dair ne varsa hepsini,
insanların içinden yükselen çığlıkları duya duya, derin bir sessizliğe gömüle gömüle, çığlıkları klavyenin tuş seslerinde boğa boğa, vicdanı ile aklı, vicdanı ile yasaları, anlatılanlar ile delilleri, tüm bu kargaşanın arasında vicdanının sesini dinleyerek, vicdanı- aklı- yasaları arasında teyel yapan, mağdurunu- müştekisini- sanığını- şüphelisini- maktülünü- tanığını- Avukatını- katibinin halini anlamaya çalışan ve aynı zamanda kendisi de insan olan en kutsal görevli tarafından tüm bu teyeller dikişe tutturulana dek yazanım.

Ben, ölünün başında ölümsüz tutanaklara imza atanım.

Gecenin onu on biri, sabahın üçü beşi demeden görevinin başında olanım.

Nöbet parası, nöbet izni olmayanlardanım.

Mağdur bir insanın evine giren hırsızın sorgusuna gidince, kendi evine hırsız giren bir mağdurum.

Her türlü içsel haykırışı dışına taşırmadan içinde haykıranım.

Hak arayışına, adalet bulmaya çalışana yardım eden, bunun için görev yapan, ancak kendi hakkını aramaya korkanım.

Kendi söküğünü dikemeyen terziyim.

Adliye mekanizmasının sürekli dönen bir çarkıyım. Çark dönüyor, zincirler bu çarkın üzerinden geçiyor, çarkın yağı bitmiş, zincirler çarkı aşındırmış, ha koptu ha kopacak, zincirler kırılacak ve mekanizma işte o zaman şaşacak, işte ben o mekanizmanın yağsız çalışan aşınmış bir çarkıyım.

Ceketinin düğmesi açıla kapana yalama olan, ancak kendine bir ceket daha almaya gücü olmayanım.

Rüşvete sonuna kadar karşı çıkan,
Dürüst- namuslu,
emektar- fedakar,
özverili-saygılı,
başını eğmekten boyun fıtıklı,
iki büklüm durmaktan bel fıtıklı,
içine atmaktan panik ataklı, iç kanamalı ağır bir hastayım.
Ben eline vurulmadan ekmeği elinden alınanım.
Hafta sonlarını, baharını, yazını, kışını, sabahını, akşamını, bir kuru sandalyede , havasız ve güneşsiz odalarda, kenarları kırık yıpranmış masalarda demir dolap gıcırtılarının arasında ömrünü feda edenim.
Dosya tozu yutmaktan doymuş her zaman yediği kuru ekmeği bile yiyemez olanım.

Ben bir zabıt katibiyim.
(15.03.2008 tarihi itibariyle) 750,00 YTL maaş alanım.
Ben bir sosyal varlığım,
Ben bir kiracıyım,
ben bir ana,
ben bir baba,
evlat, öğrenci, genç, yurttaş, ben bir İNSANIM.

Artık iki yakasını bir araya getirebilecek bir gömleği bile alamayanım.

Yoksulluk sınırında olan, ancak gururundan dolayı açlık sınırında olduğunu bildiremeyenim.

Ben başka maaşların ancak ve ancak küsüratını alanım.

Ben çıplak kralım.

Duvara asılmaya hazır bir utanç tablosuyum.

Emeğinin karşılığını alamayan, hakkını aramayan diğer katip arkadaşlara ve hakkını yiyenlere haram eden, şu an itibariyle agresif, kompleksli, ancak adaletsizlik perdesi kaklında kuzu gibi olacak bir çalışanım.

BİZLER YAŞAMA HAKKIMIZI İSTİYORUZ.
SÜRÜNME VE SÜRÜLME HAKKIMIZI DEĞİL.
GÖREVİMİZ KUTSAL, SORUMLULUĞUMUZ, ŞARTLARIMIZ AĞIR, İŞİMİZ ZOR.
BİZLER BU SORUMLULUĞUN BU ŞARTLARIN ALTINDA HARCADIĞIMIZ EMEĞİN, FEDAKARLIĞIN, ÖZVERİNİN, GİDEN BU ÖMRÜN KARŞILIĞINI,
YANİ; HAKKIMIZI İSTİYORUZ.
ADALET ÇALIŞANINA YAKIŞIR BİR YAŞAM İSTİYORUZ.

SABIRLIYIM, SAKİNİM, EZİLENİM, MÜCADELECİYİM ŞİMDİLİK KATİBİM.

6 Nisan 2008 Pazar

NE KALDI GERİYE


Ne kaldı yaşamın buruk tadından geriye? Yıllar önce farkına vardığımız burukluğundan geriye yaşamın ne kaldı?

Mahzun bakışlarımızdan... Mağrur yürüyüşümüzden... Hava teoremimizden… Yaşamı tanımamışlığımızdan... Kıyısında olduğumuzdan gerçeğin... Acemiliğimizden... Yağmurda söylediğimiz eski zaman şarkılarından... Cesurca iç çekişlerimizden... Otobüs yolculuklarından... Şiirlerimizden... Bitmemecesine bunalımlarımızdan... Bunalmışlığımızı erdem saydığımız gecelerimizden... Kahve fişlerimizden... Bir sigara dumanında yitirdiğimiz değerlerimizden... Samimiyetimizden... Sılayı anlatan bir türkünün yanağımıza bıraktığı tuzlu su damlacığından... Soğukta titreyen ellerimizle sımsıkı sarıldığımız arkadaşlığımızdan... İnanmışlığımızdan... Savrulmuşluğumuzdan... Boylu boyunca yatan gençliğimizden... Ve hepsinden acıklısı Aşklarımızdan... Bitesiye aşklarımızdan... Hüzünlü akşam üstlerimizden... Amaçsız, ölesiye sevmelerimizden... Hayran olduğumuz uzak gülüşlerimizden... Yalnızca bize ait olduğunu sandığımız ödün vermişliğimizden...Ve sabahlarımızdan... Bitmez tükenmez ikilemlerimizden... Bastırmaya çalıştığımız ama bastıramadığımız yasak duygularımızdan...

Ne kaldı geriye?
Bir tutam yalnızlık mı?
Hayatın kaybolmuşluğu ve sıradanlığı içinde ara sıra yad ettiğimiz nostaljik anılar mı?
Yada eski bir dostla kurulan “neydi o günler” muhabbetine malzeme yaptığımız bir iki anı mı?
Yoksa yüreğimizin derinliklerinde bir yerde bizi sürekli olarak kemiren, varlığının farkında olduğumuz ama görmezlikten geldiğimiz cılız haykırışlar mı?
Geriden gelenlere attığımız –pişkin abla, ağabey nutukları- mı? iki ayağı yere basan olgunlaşmış bizlerin, yaşam felsefemizin saç ayağını oluşturan geçmiş tecrübesi mi?
Suçluluk duygusu mu?
Üzerimizde hissetmeye alıştığımız o alçaltıcı bakışlar mı?
Yoksa geriye baktığımızda su gibi akmış yıllara dayalı koskoca bir HİÇ! mi?