22 Ocak 2008 Salı

ÇIÇEK VE SU



Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar. Bu durum ilk önceleri arkadaşlık olarak devam eder. Gel zaman git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki, mutluluktan içi içine sığmaz. Çiçek anlar ki suya aşık olmuştur. İlk kez aşık olan çiçek suyun hatırına etrafa güzel kokular saçar. Öyle zaman gelir ki su da, içinde çiçeğe karşı bir şeyler hissetmeye başlar. Çiçeğe aşık olduğunu zanneden suyun bu aşkla ilk tanışması, ilk hemhal olmasıdır.


Böylece günler ve aylar birbirini kovalar ve çiçek, "acaba su beni sevmiyor mu?" diye dertlenmeye başlar. Çünkü su pek ilgilenmez çiçekle. Halbuki çiçek alışkın değildir böyle bir sevgiye. Nihayetinde çiçek içindeki aşk fırtınasını itiraf eder ve suya aşkını ilân eder.Su, bunun üzerine cesarete gelip çiçeğe aşkını dile getirir. Aradan zaman geçer. Bu süreçte çiçek ve su, birbirlerini sevdiklerini tekrarlarlar. Fakat ortada garip bir durum vardır. Çiçeğin onca çabasına, sevgisini dillendirmesine, iştiyakına karşı, suyun tavrı, biraz nahoştur. Çünkü çiçek kadar aşkını dışlaştırmaz, tavrını ortaya koymaz. Çiçeğin aşkın hercü merci içinde suya aşkını biteviye tekrarlamasına karşın, suyun tavrı bu aşka sanki biraz kayıtsızdır. Hep çiçeğin aşk içerikli sözlerine "ben de, ben de" diye karşılık verir su. "Çiçek ise bekler de bekler. Öyle bir bekleyiştir ki sonunda çiçek aşkına serancamıyla ve bitimsiz bir bekleyişle koku saçamaz hale gelir. Nihayet çiçek son bir kez daha bütün gücüyle suya, "Seni seviyorum" diye aşkını tekrarlar. Su ise, çiçeğe karşı hoyratça "Söyledim ya ben de seni seviyorum" diye karşılık verir.


"Gün gelir çiçek hastalanarak yataklara düşer. Çiçeğin artık rengi solmuş, çehresi tamamen sararmıştır. Su da çiçeğin başında bekler ona yardımcı olmak için. Çiçek öleceğini anlamıştır ve bu demde son bir kez daha zorlanarak suya "seni ben gerçekten seviyorum" der. Su, çiçeğin bu tavrı karşısında çok hüzünlenir. Hemen harekete geçen su, çiçeği kontrol ettirmek amacıyla bir doktor çağırır. "Çiçeği güzelce muayene eden doktor, "hastanın durumu ümitsiz, artık elimizden bir şey gelmez" der. Su, sevgilisi çiçeğin ölümüne sebep olacak hastalığı merak eder ve doktora hastalığın nedenini sorar. Doktor, müstehzi bir edayla suya bakar ve der ki: "Çiçeğin hiç bir hastalığı yok dostum. Bu çiçek sadece susuz kalmış. Ölüm sebebi susuzluk." Su, anlar ki sevgiliye sadece, "seni seviyorum" demek yetmemiştir."


Netice itibariyle, hikayeden de anlaşılacağı üzere sevginin sadece dillendirilmesi yetmez. Sevginin uğruna fedakarlık gerekir, sevginin bedelini ödemek gerekir, sevgiyi yaşamak gerekir.


(Sevgili Dostum "Dönence" den...) saygılar...

20 Ocak 2008 Pazar

DOĞANIN İNTİKAMI...


Güneşle birlikte güne merhaba derken bir başkadır yüreğimizin sevdası, bir başkadır güne bakış açımız, hep yüreğimizde beklentiler vardır. Düşüncelerimizde ise yapabileceklerimiz veya yapamayacaklarımızın pişmanlığı, bir mücadelenin içine gireriz bütün gün boyu. tıpkı dün olduğu gibi veya yarın olacağı gibi sonra güneşle yarışımız bitmeye başlar. O yoksul bir dağın arkasında bir gecelik uykusuna çekilirken bizde kendi benliğimize çekiliriz. Sıcak veya soğuk bir odamızın köşesinde, bütün gün insanları yargılayan veya insanlar tarafından yargılanan bizler işte o andan itibaren tek başımıza yalnızca kendimizle mücadele etmeye başlarız. Aslında buna pek mücadele de denemez bu insanın kendini yargılaması olsa gerek veya pişmanlıklarından bahsetmesi gibi bir şey gecenin karanlığına veya onun sessizliğine. Hatta bazen bugün yapamadıklarımızı, bugün yaşantımıza getiremediğimiz şeyleri, yarın getirebilir miyiz yoksa yarından götürebilir miyiz diye bir ikilemenin içine düşer kalırız o noktada.

Ve yarın olur… güneş yine dünkü açtığı noktadan insanlara “Merhaba” diyip açarken yüzünü, bizler gece almış olduğumuz kararlarla yapacaklarımızdan son derece emin bir şekilde yeni bir güne merhaba demenin telaşı ile atılırken yollara kışın soğuğunda, baktığımızda dünden pek farklı görmeyiz kendimizi… dünkü biz bugün ki biz değişen hiçbir şey yok. Çevre aynı, düşünceler aynı, çünkü çirkinlik diz boyu insanlardaki yalnızlık tutkusu veya bunun doğurduğu korkular, bir başka bir başka dolu yaşantımızda bambaşka…

Ve işte o andan itibaren hep yüreğimizde bir korku kendimize karşı veya başkalarına karşı veya pişmanlıklarımıza karşı oluşan bir korku.. taa yıllar öncesine dayanan bir korku.
bilmem kaç bin sene önce doğayla büyük bir mutluluk içinde iç içe yaşayan biz insanlar bir müddet sonra hala anlamını çözemediğimiz bir şekilde doğayla savaşımız başladığı andan itibaren insan olmaktan uzak yalnızca insanlığın çirkin yönlerini taşıyarak atılmışız bu hayata geleceğin ne olduğunu hiçbir zaman düşünmeden

ve doğada bir noktadan itibaren boş durmamış. O da insanlardan intikam almaya başlamış. Zamanında çektiği acılardan ötürü oda düşmanca davranış içine girmiş;
önce sularını azaltmış insanlardan kıtlığı getirmiş, sonra güneşe bir kibrit daha çakmış alevlensin diye sanki o sıcağı hiç yetmezmiş gibi, tek tek ağaçları budamış fırtınalarıyla, en güzel fidanları sökmüş topraktan o muhteşem rüzgarlarıyla ve doğa emir vermiş denizin dalgalarına, vurun diye kıyılara, yıkın diye. Deniz bu kimseyi dinler mi ? ama doğayı dinlemiş işte. Fırtınalar doğmuş yüreğinde en kocaman en azgın dalgalarıyla kıyılara vurmuş tıpkı nankör bir sevgilinin yüreklere vurduğu acı gibi…

işte ogün bugün nankörlüğü yüreğinde taşıyanlar kendilerini, pişmanlık duyduklarında hep bir deniz kıyısına atarlar. Yanlarında ne sevdiği vardır, ne de o tertemiz düşünceleri… hepsi hepsi geride kalmıştır artık unutulmaya mahkum…

12 Ocak 2008 Cumartesi

ÖYKÜ VE BERK GÜRMAN

Son günlerde kafamı nereye çevirsem bir şarkı duyuyorum. “Evlerinin önü boyalı direk. Yerden yere vurdun sen beni felek” ve bu şarkıyı tango-flemenco-türkü tarzında seslendiren Öykü ve Berk Gürman kardeşler.

Öncelikle bu şarkıyı ben ilk nerden duydum ve nasıl dinledim onu anlatmak istiyorum. Bir çoğunuz bilir benim Adliyede çalıştığımı. Bundan yaklaşık 5-6 ay önce Adliyemize UYAP sistemini bize öğretmek amacı ile Ankaradan gelen sevgili öğretici arkadaşlarımızdan Mehmet Yorgancılar ın odasına her girişimizde son ses bu şarkı çalardı. Ve Mehmet her defasında Öykü nün ve sesinin çok güzel olduğundan bahsederdi. Bende kimmiş bu Öykü neyin nesiymiş diye merak ettim ve kısa bir araştırma yaptım sizler için.

Dilersiniz önce kimmiş bu güzel sesli Öykü ona bakalım.
4 Ağustos 1982 İstanbul doğumlu. Müzik eğitimine küçük yaşta piyano dersleri alarak başlayan. Özel Pera Güzel Sanatlar okulunun gitar kurslarına katılarak iki dönem Ilgaz Benekay ile Flamenco gitar çalışan 1997 yılında Pera Güzel Sanatlar lisesinde öğrenci olan Öykü, Cihat Aşkın dan keman dersleri alarak 2001 yılında mezun olan güzel bir kızcağız. Birde ikiz kardeşi Berk var tabi. Berk ise Bilgi Üniversitesi’nde ses mühendisliği eğitimi almış.

Herşey güzel de şöyle bir durum var. Youtube da amatörce yapılan ve amatör kamerayla çekilen Öykü daha güzeldi bence. defalarca izlediğim ve keyif aldığım bir klipti. Ancak tv de kliplerde izlediğim ve dinlediğim Öykü den aynı zevki ve tadı alamadım. tüm müzik marketlerde bangır bangır evlerinin önü boyalı direk türküsü çalınırken içimden geçen cümle ise; 'yahu ne kadar çok detone oluyor, nasıl farketmemişim'...!

Ama hala aranızda bu şarkıyı dinlemeyenler varsa (ki sanmıyorum) bence youtube deki ilk versiyonunu dinleyin. Daha fazla keyif alacağınızdan eminim efendim. Saygılar…

işte şarkının amatör ilk versiyonu...